Sınırları zorlayan bir roman
Dubravka Ugrešić hem kendi yazarlığını hem de genel olarak anlatıcılığı yeniden tanımlıyor. Ve edebiyatın ne olduğu ne olabileceği ve anlatmanın imkânları üzerine düşündürürken; kültürel belleğe dair bir farkındalık talep eden bir metin sunduğunu anlıyoruz.

İlke KAMAR
Dubravka Ugrešić, 1990’lı yıllardan sonra Doğu Avrupa’nın geçirdiği siyasi dönüşümlerle iç içe geçmiş bir yapıya işaret eder romanlarında. Özellikle Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte devlet, kimlik, sürgün, hafıza gibi temaların Ugrešić’in yazınında belirginleştiğini söyleyebiliriz. Geçen günlerde Everest Yayınları’nın okurla buluşturduğu Tilki romanında da Ugrešić’in metinlerinde sıkça karşılaştığımız motifler ön planda. Ancak bu kez metnin merkezine anlatıcının tereddütlerini, kırılganlıklarını ve çelişkilerini yerleştiriyor yazar. Roman aynı zamanda türler ve sınırlar arasında dolaşan, deneme, otobiyografi, edebiyat kuramı öğelerini harmanlayan yapısıyla da dikkat çekiyor.
Tilki, geleneksel anlamda bir olay örgüsüne ve anlatıya sahip değil. Bütünlükten bilinçli bir şekilde uzaklaştırılan parçalı ve dağınık yapısıyla, kaygan bir zeminde ilerleyerek edebi üretimin, kültürel hafızanın, kadınlığın, sürgünlüğün, dilin ve anlatının doğasına işaret ediyor. Bölümlerin, kitap altı bölümdür, her biri bağımsız gibi görünse de karakterlerin ve fikirlerin birbiriyle ilişkili olduğunu roman ilerledikçe fark ederiz. Ugrešić, bu yapıtında okura kolay bir anlatı sunmuyor. Okurdan aktif bir katılım talep ederek oluşturuyor metnini diyebiliriz.
Tilki metaforunun temelleri Neredeyse her bölümde otobiyografik öğelere yer veren Dubravka Ugrešić, edebiyat tarihinden Rus göçmen yazarlarına, sürgünlükten dilin yitirilişine ve edebi üretimin sınırlarına kadar konuları anlatısının önemli bir parçasına dönüştürüyor. Bir diğer dikkat çeken unsur ise romanın çarpıcı bir imgelemle kurulması. Tilki burada hem gerçek bir hayvan hem de simgesel bir varlık. Kaygan, biçim değiştiren, yakalanması zor bir temsille romanı işlediğini de düşünebiliriz yazarın. Hikâye anlatıcılığı ve kadın yazarların sesinin bastırılması da yazarın odaklandığı meseleler arasında. Bu bölümde tilkinin, kadın zekâsının ve direncinin sembolü hâline geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle romanın ilk sayfalarından itibaren tilki metaforunun temellerini atıyor Ugrešić. Hikâyelerin Nasıl Yazıldığı Üzerine Bir Hikâye bölümünde başlıyor bu. Bununla birlikte anlatıcının, hikâyesini anlatmanın güçlüğü üzerinden anlatının kendisini sorguladığını da anlarız. Burada anlatının doğası ve kurgusallığını tartışmaya açıyor Ugrešić ve nasıl bir yol izleyeceğini ele veriyor: “Şayet Pilnyak, Japonya’nın K. Şehrindeki Sovyet Konsolosluğu arşivlerinde Sofiya Vasilyevna Gnedih-Tagaki’nin ülkesine iade talebi belgesiyle karşılaşmasaydı, Tagaki onun hatıralarından sonsuza dek silinip gidecekti. Peki, sonra ne oldu? Pilnyak’ın ev sahibi ve hemşehrisi, Sovyet Konsolosluğu Sekreteri Yoldaş Curba, Pilnyak’ı tilki tapınağını göstermek için şehrin tepesindeki dağa götürür. “Tilki kurnazlık ve ihanetin vücut bulmuş halidir; eğer tilkinin ruhu bir insanın içine girerse o kişinin soyu lanetlenir. Tilki, yazarların totemidir” diye yazar Pilnyak. Bu tapınak bir sedir ağacı koruluğunda, denize bakan kayalık bir uçurumun üzerinde yer almaktadır; içindeyse tilkilerin dinlendiği bir sunak vardır. Burada, sıradağların ve okyanusun manzarası insanın gözleri önüne serilir ve olağandışı bir sessizlik hâkimdir. Bu kutsal mekânda Pilnyak, hikâyelerin nasıl yazıldığını düşünür.”
Kitapta bir diğer dikkat çeken bölüm ise Rus edebiyatı üzerinden sürgünlüğe işaret ettiği yerler yazarın. Özellikle Nabokov Şklovski, Mandelştam gibi isimlere yer verdiği bölümlerde bir dilde yazıp başka bir kültürde yaşamanın sıkıntıları ve üretimin bundan nasıl etkilendiğini ortaya koyuyor. Çocukluk anılarını Sovyetler sonrası hafıza kırılmalarıyla birleştirerek aktarmayı seçiyor Ugrešić. Kurgu ile otobiyografinin iç içe geçtiğini, yazarın metin içinde kendine bilinçli bir konum seçtiğini söylemek mümkün. Anlatıcı açıkça yazarla özdeşleşmese de, yaşam öyküsüne dair pek çok gönderme bunu düşünmemizi sağlıyor. Roman, bu anlamda bir tür edebi otobiyografi olarak da okunabilir. Ugrešić, bunu yaparken kendisini ve yazarlık kurumunu ironik bir mesafeyle sorguluyor.
METİNLERARASILIK VE KÜLTÜREL HAFIZA
Tiki romanın güçlü yönlerinden bir diğeri, kadın anlatılarına, kadın yazarların görünmezliğine ve kadın zekâsının edebiyat dünyasındaki yeri üzerine getirdiği eleştirisi diyebiliriz. Yazar, feminist söylemi, anlatılar arasında ustalıkla işliyor: “Benim gönülsüzlüğüm, korkaklığımdan çok fuzulilik hissinden kaynaklanıyor; sonra da edebi sesin ve edebi biçimin “yasadışı” oluşu hissinden. Bir kadının sesi elbette yasadışı değil ama kadınlar halen her edebi ifade türünü benimsemiş ya da fethetmiş değiller. Kadın-erkek fark etmeksizin - edebi metinleri okurken her bir okuyucunun kendince sebeplerle sergiledikleri özgür bir “dikleksi” bu fethi imkânsız hale getirmiştir. Kısacası “kızların” çoğu hâlâ aşk romanları yazmakta, yeraltından notlar ise “oğlanlara” tahsis edilmektedir; isyankâr dışavurum ve itiraf, erkek bir edebi anlatıdır çünkü asi, istisnasız hep erkektir, o bizim trajik kahramanımızdır.”
Ugrešić, kadınların söz hakkını yalnızca içerikte değil, biçimde de savunarak bunu gösteriyor bize. Anlatı yapısının parçalı, çoğul ve çok katmanlı oluşu, eril anlatıya bir başkaldırıyı önümüze seriyor. Romanda tüm bunların yanı sıra büyükanne figürüyle de karşılaşırız. Hem kişisel bir anlatının hem de toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz bu figürün. Bürokrasi, sansür ve akademik dünyanın edebi üretime etkilerine ise yer yer alaycı bir üslupla işaret ediyor yazar.
Özellikle son bölümde hem gerçek belgeler hem de kurgusal parçalarla, hafızanın ve unutmanın sınırlarını sorguladığını anlıyoruz yazarın. Metinlerarası göndermeleriyle de dikkat çekiyor Tilki romanı. Deneme tarzı anlatılar, anekdotlar, tarihsel belgeler, mektuplar, masallar ve arşiv kayıtları romanın anlatı formunu çeşitlendiriyor diyebiliriz. Slav mitolojisine ve Sovyet sonrası kültürel hafızaya yapılan göndermelerle bir bellek çalışmasıyla da karşılaşıyoruz. Ugrešić bu romanda hem kendi yazarlığını hem de genel olarak anlatıcılığı yeniden tanımlıyor. Ve edebiyatın ne olduğu ne olabileceği ve anlatmanın imkânları üzerine düşündürürken; kültürel belleğe dair bir farkındalık talep eden bir metin sunduğunu anlıyoruz.