Evet, devrimci tarihimiz büyük acılar ve büyük destanlarla doludur. Bunların hepsi kopmaz bağlarla birbirine bağlanan halkalardır aynı zamanda. Kızıldere’de akan kan, Şişli Meydan’ına ve 1 Mayıs 1977’de Taksim’e, oradan 1996 1 Mayıs’ına kadar uzanır.

Şişli Meydanı’nda üç kız

Can Serhat HALİS

Tatilde olduğumuz bir yaz günü arabanın teybinden yükselen tok bir ses yolculuğumuza mihman oldu. Bariton bir sesin rehberliğinde yollardaydık. Çocukluğumuzun dimağına asılmış bir ezgiydi bu: “Şişli Meydanı’nda üç kız, biri Çiğdem biri Nergis”... Üçüncü ismi hiçbir zaman duyamayacaktık. 

Heybetli bir söğüt ağacının altında hararet yapan arabanın sakinleşmesini bekledik bir süre sonra, Hıdırdamı’nda bir yerlerdeydik. Fötr şapkasıyla yüreğimizi mesken tutmuş, tüm bir çocukluğumuza refakat etmiş dedemizle oturduğumuz bir gölgelikti burası. Az evvel arabada dinlediğimiz şarkının sözleri zihnimde dönüyordu hâlâ.

Peki, ama kimdi bu “Şişli Meydanı’ndaki üç kız”? Küçük dünyamın anlamlandıramadığı, anlayamadığı bu üç kızın hikâyesini, ilerleyen yıllarda öğrenecektim. Evet, bir hikâye anlatıyordu bu sözler, gerçek bir hikâye; hayatın tam ortasından, tunçtan bir gürz gibi düştüğü yeri dağıtan, sert bir hikâyeydi bu.

1977 yılının 28 Nisan günü, Şişli’nin Çağlayan’a açılan yakasındaki Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu’ndan çıkan üç kadının hikâyesi... 

BİRİ ÇİĞDEM BİRİ NERGİS

O gün işleri olduğundan, devrimcilerin okuldan yapacağı “toplu çıkışa” katılmayan Dev-Gençli üç kadın, olacaklardan habersiz şekilde otobüs durağına doğru hareket halindedir. Baharın, tüm coşkusuyla İstanbul sokaklarını arşınladığı bir gündür bu. Fazla değil, üç gün sonra 1 Mayıs’tır zira...

Kanlı bir yıl olan 1977’nin 28 Nisan günü faşistler pusudadır Şişli’de ve bu üç kadının üzerine kurşunlar yağacaktır az sonra. Şişli Meydanı bir anda kana bulanır.

Şişli Meydanı’nda üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular güpegündüz...

ŞİŞLİ’DE ÜÇ KIZ, TAKSİM’DE BEŞ YÜZ BİN EMEKÇİ

Saldırı haberi çok geçmeden okula, Şişli Meydanı’nda vurulan bu üç kadının yoldaşlarına ulaşır. Şişli Etfal Hastanesi’ne koşan yoldaşları acı haberle sarsılacaktır. Dev-Gençli bu üç kadından Meliha saldırıyı hafif yaralarla atlatır, Şükran ağır yaralı olarak ameliyattadır, Çiğdem ise hayata tutunamamıştır.
 
Aynı akşam Ruhi Su, yüreğinde büyük bir acıyla olayları anlatan oğlu Ilgın’dan, arkadaşlarının nasıl katledildiğini dinler. Su, gece boyu odasına çekilip katledilen Çiğdem için, daha sonra bir marşa dönüşecek olan o tarihî şiir yazar.

Ruhi Su, Şişli Meydanı’nda pusuya düşürülen bu üç kadın için yazdığı şiiri henüz bitirmeden, 1977 1 Mayıs’ında daha büyük bir katliam yaşanacaktır. Bu üç devrimcinin düştüğü pusudan üç gün sonra, 1 Mayıs 1977’de, 500 bin emekçinin Taksim Meydanı’nı zaptettiği o tarihi günde faşistler yine pusudadır.  

Sular İdaresi binasının ve Taksim Intercontinental Oteli'nin üstünden kitlenin üzerine açılan ateş sonucunda 34 devrimci daha katledilir.

İşte bu yüzden “Şişli Meydanı’nda üç kız” ile başlayan bu acı şiir, “500 bin emekçi vardık, Taksim Meydanı’na girdik” diye devam eder. 

28 Nisan’dan, 1 Mayıs’a uzanan içli bir ağıttır Ruhi Su’nun bestelediği bu ezgi aynı zamanda. Adeta yolda toprağa düşenlerden oluşan bir zincirin halkalarını birbirine bağlar Ruhi Su bu besteyle.

Evet, devrimci tarihimiz büyük acılar ve büyük destanlarla doludur. Bunların hepsi kopmaz bağlarla birbirine bağlanan halkalardır aynı zamanda. Kızıldere’de akan kan, Şişli Meydan’ına ve 1 Mayıs 1977’de Taksim’e, oradan 1996 1 Mayıs’ına kadar uzanır.

Gecenin karanlık yüzü çöktüğünde bunların hepsi kederli bir hatıraya dönüşür elbet; ama sabahın da bir sahibi var, tüm bunların hesabını soracak bir sahibi... O yüzden bu kederli ezgi, bir anda direngen bir marşa döner sabahın ilk ışıklarıyla...

BİTER BU DERTLER ACILAR

Henüz dijital saldırı yerle yeksan etmemişti hayatları. Kasetlerin duygu dünyamıza yön verdiği, müzikle kurduğumuz o ince ama kopmaz bağın, teyplerden yükseldiği, Ruhi Su kasetlerinin arabamızın torpido gözünü süslediği bir zamandaydık. 

Hararet yapmış aracımız, biraz olsun sakinlemişti. Tüm aile tekrardan araçtaydık yeniden ve arabanın teybinden yükselen o ses kaldığı yerden devam ediyordu: “Sabahın bir sahibi var / sorarlar bir gün soraralar / Biter bu dertler, acılar / Sararlar bir gün, sararlar...”