Google Play Store
App Store

“Köktendincilerin ya da şeriat özlemi içinde olanların, sırtlarını tarikatlara ve yeşil sermayeye dayayanların farklı ivmeler kazanarak yükselmeleri sadece şu son on-on beş yılın olayı değil elbette. Düşünsel formasyonları, siyasi geçmişleri ve yaşam biçimleri ile onların yanında yer almalarına yüzeysel bir ilk yaklaşımda ihtimal dahi verilemeyecek olanların; kimleri açık, kimileri gizli çıkar ortaklıklarıyla, emperyalizmin kolay kolay sırtı yere getirilemeyeceği öngörüsüyle Cumhuriyet tarihimize pabucu ters giydirme çabaları yıllardır ibretle izlenmekte.”

Füsun Akatlı’nın ‘Cumhuriyetin Sonu mu?’ başlıklı yazısından aldığım bu satırların yazılışı üzerinden de bir on yıl geçti. O günlerde ikinci Cumhuriyet tartışmalarını yürüten demokrasi havarilerinin “ülkemizdeki kültürsüzleşme ve değerler erozyonunu” kullanışlı bularak ‘somut durumun somut tahlili’ formülüyle ifade edilebilecek bilimsel gerçeklikten koparak adeta laboratuarlara kapanmışça insanımıza kimyasal element muamelesi uyguladıklarını ve yepyeni ama ucube bir mühendisliğe soyunduklarını anlatıyordu bu yazıda.

***

Cumhuriyetin ve tüm değerlerin içini boşaltmak geçmişi unutturulan ve gittikçe yozlaşan bir toplumu yönetmek ve yönlendirmek için çok kullanışlı ve sonuç getiren bir yöntem. Tüm dayatmalarına rağmen, uydurdukları fetvalarla kendi kültürel iktidarını yandaşlarına bile tam benimsetememiş bir iktidarın siyasi iklim kırılganlaştıkça aynı tartışmalarla gündem yaratmak dışında bir çözüm bulamayışına şaşmamalı. Ancak günün birbiriyle etkileşen koşulları ne kadar uyuşturulmuş olursa olsun toplumu etkiler. Ekonomik ve sosyal baskılar her geçen gün oy kaybı olarak yansıyor cetvellere.

***

Şimdilerde toplum mühendisleri ikiye ayrıldılar. Aynı yöntemlerle; anayasanın ilk dört maddesi üzerinden yapay tartışmalarla, ‘CHP iktidar olursa din elden gidecek’ safsatalarıyla, diyanet fetvalarıyla yüzde elliyi evde tutmaya çalışanlar ve nedamet getirenler. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Başkan vekili ve eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman “Değişmez maddeler anayasaya konmamalıdır. Milletin isteği halinde değiştirilebilir” sözleriyle tek adam rejimi uğruna değiştirilen anayasa için “yetmez ama evet” diyerek tam bağımlı anayasa çağrısı yapıyordu adeta. Yine geçtiğimiz hafta “yetmez ama evet” savunucularına Fransa’da katıldıkları bir toplantıda Türkiye’nin bu günlere gelmesine katkı yaptıkları için pişman olup olmadıkları soruldu. Onlar beraber yürüdükleri yolda meğer aldanmışlar! Özeleştiri verirken bile aynı yolda yürümeye devam ediyor olmalılar. Zira biz aldatıldık savunusunu hep tek adamdan duymaya alışığız.

***

Konumu ve kalemi ile etki alanı yaratan bu kişilerin açıklamalarından sonra dikkatimi çeken ve ağzımda bir pas tadı bırakan şey büyük bir kibir oldu. Özeleştiri samimiyet gerektirir. Oysa yapılan açıklamalar hep “ben” merkezinde. Orhan Pamuk yanıt vermeye gönül indirmezken “milliyetçi ve laik çevreler” tarafından çok fazla cezalandırıldığını, “işkence” (!) gördüğünü söylemeden edememiş. Nilüfer Göle “biz ve onlar ayrımı”nın kurbanı olduklarını ötekileştirildiklerini söylemiş. Edhem Eldem, "Bizi ‘kullanışlı aptallar’ olmakla itham ettiler” diye yakınmış. Yani onları aydın konumunda görerek uyaranlara kulak tıkadıklarını unutarak, bu uyarıları yapanların haklılık payını yok sayarak yine aslında onları suçlayan bir özeleştiri var ortada. Her gün birilerine “onlar” diye kükreyen adama değil de, o adamın ayrımcılığını palazlayan, meşrulaştıran kendilerine değil de hayır diyenlere çok kırılmışlar. Sanki o dönem kendilerini eleştirenlere jakoben, faşist, darbeci gibi türlü yaftalar yapıştıranlar kendileri değilmiş gibi. “Ilımlı İslam” öforisi içinde bu ülkede şeriat isteriz diyerek yakılan aydınları unutmuş olabilirler mi?! İktidar yolunu tarikatlarla kol kola kat eden Erdoğan’ın “İslâm’ı kendisini Kemalizm’den uzaklaştırmak için kullandığını” fark etmek için biraz geç kalmadılar mı? O dönem çok yakınımdaki bazı kişilerin fanatizme varan Atatürk düşmanlığını hatırlıyorum da bu sözler de bir tür itiraf gibi geliyor bana. “Türkiye’nin batılılaşması” için siyasal İslamcılara yakınlaşma öforiyle açıklanamayacak bir aymazlık gerektirir kanımca. Paradoks kelimesiyle hiç karşılaşmamış bir akademisyen olabilir mi?

***

Son olarak ülkenin karanlıktan çıkışı için iktidarın baskılarla oluşturduğu siyasal iklimin bir dayatması olan ittifak zorunluluğu içinde yer alan partilerin kendi tabanlarını incitmeden yol almak üzere attıkları adımları önemsizleştirecek sorumsuzlukta açıklamalarla gündeme gelen Sezai Temelli ise referandumda Evet oyu vermekten hiç pişman olmadığını açıklamış. Ortada “vesayete karşı verilmiş, 12 Eylül ve darbecilerin yargılanması gibi çok çok önemli değişiklikler” olduğunu söylüyor. Referandumun AKP’nin yani Evet oyunun açık tarafına değil de Cumhuriyet’e laikliği savunanlara yarayacağını düşünüyormuş.

***

Ez cümle, ihtiyacımız olan ‘2. Cumhuriyet’ değil cumhuriyetin ikinci yüzyılı için bilim ve kültürle beslenen bir siyaset. Yakında kimseyi dışlamadan herkesin söz hakkını, eşit hak paylaşımını sağlayacak bir düzen için halktan oy istenecek. Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’nin birleştirici gücü olmaya aday. Cumhuriyetimizin kurucu partisinin gelecek kuramı en kaba özetle eğitimde eşit erişim ve nitelikli müfredatla Köy Enstitüleri, ekonomide ise üretime dayalı kamucu bir anlayıştı. Uzlaşma kültürü birilerini ürkütmemek için birilerini dışarıda bırakmaz, bırakamaz. Bu nedenle asılsız ithamlar ve iftiralar yöneltenlerin kendilerinin olmayan tüm seslere kapalı bir “tarafın” karşısına klişe cümleler ve kirletilmiş kavramlarla değil yerelde sunulan sosyal hizmetlerle yaşatılacak deneyimle çıkılmalı. Bu deneyim bugün iktidarın tüm denemelerini boşa çıkaran tercihin sonucu. Vahşi sistemin karşısında Halkın iktidarı ancak ilkeli vicdanlı ve ahlaklı siyasetle gelecek. Aksi halde o gider biri gelir.

Sisteme yeni iktidar değil iktidara yeni soluk!