Siyaset savaşların gölgesine girdiğinde
ABD-İsrail bloku inisiyatifi tümüyle ele geçirmek için olanakları sonuna kadar kullanma niyetinde olduğunu açıkça gösterdi. Bu blok Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi mümkünse haritadan silmek, en azından hareket kabiliyetini yitirmiş olarak görmek istiyor.
Açık kaynaklardan derlenen “bilgiler” her ne kadar gerçeği tam yansıtmasa da genel durum ve gidiş hakkında bir fikir verebiliyor. Dünyanın pek çok bölgesinde ya çatışmalar, potansiyel savaş hazırlıkları ya da sıcak savaşlar sürüyor. Ayrıca bu çatışmalar yalnızca doğrudan kırım ve kıyım olarak değil her alanda keskin rekabet alanları olarak da gündemdedir. Savaşlar ve savaş hazırlıkları kaynakların silah ticaretine kaymasına, servet transferine, zaten ekonomik krizler nedeniyle bunalmış halk kesimlerinin daha da yoksullaşmasına yol açıyor. Pek çok ülke gibi Türkiye de bunun sıkıntısını çekebilir. Politikalarda sıkışma krizlerin önceliklerini değiştirir. Devletlerin pozisyonlarını koruma ve stratejik hedeflere ulaşma planları bu kapsamda Türkiye’nin manevra alanlarını daralttı. İktidar kanadının dış politikayı belirleyen kısa vadeli ve geleceği olmayan atakları nedeniyle hareket kabiliyetini yitiren Türkiye, şimdilerde elini kolunu bağlayan çözülmesi zor çelişkilerin içinde çıkış yolu arıyor.
***
Bölgedeki durum özetle şöyledir: ABD İsrail bloku inisiyatifi tümüyle ele geçirmek için olanakları sonuna kadar kullanma niyetinde olduğunu açıkça gösterdi. Bu blok Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi mümkünse haritadan silmek, en azından hareket kabiliyetini yitirmiş olarak görmek istiyor. Zaten parçalanmış Filistin’i yok etme planı neredeyse son aşamasındadır. Türkiye İsrail ilişkilerinin çok gergin olduğu, karşılıklı keskin açıklamalarla bu gerginliğin daha da tırmandırılacağı izlenimini edinmek de mümkün. Her ne kadar bu karşılıklı pozisyonun sürdürülebilirliği tartışmalı olsa da görünen Türkiye ile İsrail’in birbirine şimdilik dost olmadığıdır. Burada şaşırtıcı olan bir başka olgu “tek millet, iki devlet” olarak sempatik bir dostluk sergileyen Azerbaycan’ın tüm bölgeye yayılma eğilimindeki savaş koşullarında İsrail ile canciğer ilişkisidir. Bu konuda Murat Yetkin “Report”taki ilginç makale (Bir Azerbaycan kalmıştı…) Türkiye, İran, Azerbaycan, İsrail, ABD, Suriye ilişkilerinin kaotik yapısı hakkında yeterince ipucu veriyor. Bu ilişkiler içinde özellikle Azerbaycan’ın konumu, bunca zulme karşın ticaretin sürüp gitmesi ve üst düzey ilişkiler şaşırtıcıdır. Bir yandan Rusya ile son zamanlardaki sıcak ilişkiler öte yandan İsrail’le savaş hazırlığı içindeki İran’ın yeni cumhurbaşkanının Azeri kökenli olması ve İran’da önemli bir Azeri nüfusun varlığı da karmaşık ilişkileri gösteriyor. Kısacası görünen ile görünmeyen arasındaki ilişkiyi mantık arayarak çözmekten ya da ülkelerin dış politikalarında tutarlık aramaktan vazgeçmek gerekiyor.
***
Daha önemli ve gelecek açısından önemli olan ise Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri “normalleştirmek” istediğini ilan etmesinin ardından ABD’nin bu türden bir normalleşmeye şiddetle karşı olduğunu açıklamasıdır. Suriye yönetiminin normalleşme konusunda adım atılmadığını ama görüşmelere başlamak için Türk askerî varlığına itiraz etmeyi şart olarak ileri sürmeyeceğini açıklaması da ABD’ye karşı bir atak olarak yorumlanabilir mi? Bu sırada İsrail’in Suriye’yi bombalamayı sürdürmesi de konuyu daha anlaşılır kalıyor. Bu gelişmeler ışığında iktidar blokunun dış politikada uzun süre propagandası yapılan denge politikasının geçerliliğini yitirdiğini söyleyebilir miyiz? ABD’nin Suriye’den çekilmek niyetinde olmadığı, bu nedenle de Kuzey Suriye’de Kürt varlığını şimdilik desteklemeyi Türkiye’ye rağmen sürdüreceğinin de anlaşılması Türkiye’yi ABD ile gerçekten hasım mı yapıyor? Şu sıralarda Ukrayna Savaşının gerçek tarafı olan NATO’nun üyesi bir devletin düşman kampla flört etmesi ne kadar mümkün olabilir ki? Bu sorunun yanıtını iktidar blokunun da bilmediğini herhalde herkes biliyordur.
Türkiye’de iktidar bloku bu günkü koşullarda kamp değiştirebilir mi ya da denge politikasını daha ne kadar sürdürebilir? Sonunda kamplaşmalar saflaşır, devletler yerlerini sabitleyecek çok tehlikeli ortamlarda ya batmalı ya çıkmalı ikilemiyle bir rota seçerler. Ama önemli olan devletlerin olayların peşinde sürüklenen politikacıların değil halkların durumudur.
***
Kapitalist sistemde çıkar çatışmalarını yöneten siyaset kural olarak halkları dikkate ve ciddiye almaz. İsrail’in saldırıları 40 bini aşkın cana mal oldu. Yüz bini aşkın yaralı var ve savaş daha durmadı. Ukrayna-Rusya Savaşındaki kayıplar konusunda sağlam bir bilgiye sahip değiliz. Savaşlar karar verici siyaset elitine değil insanlara zarar verir. Buna karşın aynı sistemin farklı özneleri, devletlerin siyasi elitleri farklı çıkarlar için insanları kitleler halinde savaşlara sürmekten geri durmazlar. Neden sorusu onlar için anlamsızdır. Daha doğrusu neden sorusunun yanıtını vermekten kaçınır, halkı daha kolay savaşlara sürebilecek propagandalara ağırlık verirler. Savaş siyasetinin yetkin teorisyeni Carl Schmitt teorisinin anahtar kavramı “dost-düşman” ayrımını pek güzel anlatır ve savaşın ahlakını şöyle tarif eder. “Dost düşman kavramların varoluşsal anlamlarıyla kavranması zorunludur, bu kavramlar, metafor ya da simge olarak algılanmamalı, ekonomik, ahlaki ve diğer tasavvurlarla, hele hele psikolojik anlamda kişisel duygu ve eğilimlerimizin ifadesiyle karıştırılıp zayıflatılmamalıdır” (Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis, 2006, s. 58).
***
Tamam, dış politikada tek işe yarar ilke olan Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesini siyasi literatürümüzden çıkardınız, ülkenin ve halkın çıkarlarını korumanın halk açısından daha kabul edilebilir yöntemlerini aramak gerekmez mi, ama gidiş o yönde mi? Geçen sürede Türkiye’nin siyaset kodları büyük ölçüde değişti. Darbeler, en son şeriatçı FETÖ darbe girişimi ve sonrası artık Türkiye eski Türkiye değil. Son yıllarda iç ve dış politikalarında bir tutarlık görmekte zorlandığımız iktidar bloku azalan seçmen desteğini yeniden kazanmak için kaotik ortamda iktidarı sürdürmenin yöntemleri konusunda çaba harcıyor. Bunu yapabilmek için hukuki çerçeveyi aşmanın teorisini yapmaya çabalıyor. Bu konuda uzman danışmanlar üstü örtülü bir biçimde Schmittyen “açılımlar” peşindeler. Örneğin bir danışman Liderin yetkileri konusunda “eskiden sadece ‘gözetme’ görevi varken şimdi ‘temin etme’ yani icrai olarak müdahale etme görevi söz konusudur. Buradan yola çıkarak şunun bilinmesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yürütme görevinin yanı sıra yasamaya da yargıya da düzenli ve uyumlu çalışma konusunda perspektif çizme yetkisine sahiptir.” Aslında bu söylenenler epeyce bir zamandır zaten uygulanıyor. Yenilik açıkça dile getiriliyor olmasındadır. Geriye yetkilerin kullanımı konusunun pratik uygulanması ve eleştirisi kalıyor.
Danışman eleştiriye özgürlük alanı bırakıyor neyse ki. Ama genellikle icraat eleştiriyi gereksiz ve imkânsız kılar ve bu da en kötüsüdür.