Siyasette iki artı artı iki dört etmeyebilir; dörtlü ittifaktan altılıya geçiş, oyların artacağı anlamına gelmeyebilir. Karşıdevrimin değirmenine çok su taşımış, lekeli bazı militan isimlerin CHP’nin ortak listesine girmesi, saatli bomba etkisi yapar.

Siyaset ve seçim listeleri üzerine
Fotoğraf: DepoPhotos

Oğuz OYAN

Siyasetin kızıştığı günlerden geçiyoruz. Adayların belirlendiği süreçte kızışma artar. Cumhurbaşkanı adaylarının belirlenmesi ilk tırmanma noktasıydı. Şimdilik duruldu. Milletvekili aday listelerinin açıklanması ise çok sayıda adayı ilgilendirdiği için kolayca durulmaz. Her liste, aday adaylarının küçük bir bölümünü içeri alır, büyük bölümünü dışarda bırakır. Bu nedenle dışlayıcı özelliği hâkimdir.

Üstelik listeye alınan adayların daha da küçük bir bölümü (partisine ve seçim çevresine göre değişmekle birlikte bugün en iddialı partide bile toplamın en fazla üçte biri) “seçilebilir yerlerden aday” gösterilebilir.

Seçilebilir yerde olmakla birlikte sırasını kendi “özgül ağırlığına” uygun bulmayanlar veya daha önemlisi bıçak sırtı bir sırada olanlar, “memnuniyetsizler” saflarındadır. Bu arada, Millet İttifakı’nın yükünü listelerine taşımak zorunda kalan, 30 kadar ismi seçilebilir sıralara yerleştiren CHP saflarında tepkiler haliyle daha yoğundur. Bu ağır yük, ittifakın ortak adayı yapılmanın da bedelidir. 

Ama çekinilmesi gereken asıl tepkiler seçmenden gelebilir. Metropollerde seçmen, olağan koşullarda partisinin seçim listesi sıralamasıyla fazla ilgilenmez. Ancak bugünkü ittifak koşullarında ve CHP’de durum farklıdır. Özellikle de AKP döneminin sorumluluklarını taşıyan isimlere oy vermek mecburiyetinde kalmak seçmeni rahatsız eder, tepki gösterir ve farklı seçeneklere yönelebilir. Bir MYK üyesinin “süreci isimler üzerinden yürütmedik” beyanı veya Kılıçdaroğlu’nun “Sadullah Ergin başka partinin adayı, onların içişleri, karışamayız” açıklaması, tatmin edici bulunmaz. Tam tersine, sicili her bakımdan kabarık ve CHP seçmenine çok ters gelecek isimlerin listelere önerilmemesinin peşinen talep edilmemesi, bir siyasi zayıflık olarak kodlanır. Şunu da ekleyelim, eğer dar bölge seçim sistemi (yani Tunceli örneğinde olduğu gibi tek milletvekilli seçim çevreleri sistemi) uygulanıyor olsaydı, partisine bu denli ters gelen bir ismi hiçbir parti kendi seçmenine dayatamazdı. Şimdiki dayatma da CHP’ye pahalıya patlayacak görünüyor. Seçmenini “tıpış tıpış” kendisine oy vermeye mahkûm olarak görmek, onu hafife almaktır.

Kuşkusuz bütün bunlar esas olarak düzen partilerinin ilişkiler dünyasını ilgilendirir. Sosyalist/komünist partilerde bu tür liste savaşları ortaya çıkmaz. Bu partilerin adaylarının seçilme şansı bulunmadığından dolayı değil. İlkelerine ve ideolojik davalarına sıkı sıkıya bağlı bu partilerde bu tür küçük burjuva yozlaşmalarının hiçbir zaman hoş görülmemesinden dolayı. Örneğin seçilme şansının yüksek olduğu bir zamanların Fransız Komünist Partisi’nde milletvekili listelerinin sorunlara/tartışmalara yol açtığı hiç görülmemiştir.

İLKESİZ SİYASET NEDEN SÜRDÜRÜLÜR? 

Son zamanların en çok tartışılan iki konusu oldu: Birincisi Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanı adaylığıydı. Üzerine söz etmeye değmez ama benzer vakalar geçmişte de yaşandığı için bazı saptamalar gerekebilir. Düzen partilerinde, içinden çıktığı partiyle hiçbir ideolojik farklılığı olmamakla birlikte, parti yönetiminin kendi kişisel kariyer planlamasına uygun davranmadığı için haksızlığa uğradığını iddia eden ve kendini partiden hep alacaklı gören benmerkezci kişilikler (bazen hizipler) eksik olmaz. Bunlar partiyle yollarını ayırabilecekleri gibi kendi partilerinin önünü kesebilecek, egemen siyasetin işine yarayabilecek “kullanışlı” bir partileşme/adaylaşma sürecine de girebilirler. 

İkinci konu DSP başkanının, kendi partisinin çoğunluk görüşüne dahi aykırı olarak Cumhur İttifakı’na destek açıklaması ve seçilebilir yerden bir adaylık kapmasıdır! Bunun herhangi bir ahlaki ölçüte göre değerlendirilmesi olanaksız. Ama buradan hareketle Ecevit’in partisinin adının lekelendiği üzerinden yapılan değerlendirmelere de itirazımız var. Ecevit’i yere göğe sığdıramayanlar alınmasın; nesnel bir yerden bakmak durumundayız. 

Bir kere Ecevit isminin Türkiye siyaseti açısından önem taşıdığı dönem 1970’lerdi. Bu dönemde dahi, CHP tarihinin İdris Küçükömerci bir okumasına meyletmesi bakımından Ecevit’in sorunlu ideolojik duruşu vardı. Gene de 12 Eylül darbesi öncesinde siyasete katkısı genelde olumluydu. Fakat 1980 darbesi sonrasında kapatılan CHP’nin yerine kurulan SODEP’in (daha sonra SHP’nin) başına geçmeyi reddedip DSP’yi kurması ve bu partiyi bir aile partisi olarak yönetmeyi tercih etmesi, siyasi ufkunun merkez-sol içi bir kısır rekabetin ötesine gidemeyeceğini daha yolun başında göstermekteydi. Nitekim merkez-sol siyaseti bölen politikalarda ısrarı, 1990’larda özellikle yerel seçimlere damga vurdu. 1994 yerel seçimlerine üç merkez-sol parti katıldığı için, İstanbul, Ankara ve İzmir ve birçok önemli belediyenin yitirildi; bunda yeniden açılan CHP ile DSP’nin ortak sorumluluğu oldu. Fakat 1999 yerel seçimlerinde (artık SHP, CHP çatısı altına girip tasfiye olduğu için) salt DSP’nin aday çıkarması nedeniyle kayıplar oldu; örneğin Ankara Büyükşehir Belediyesi tekrar az farklı kaybedildi. İç ve dış siyasi koşulların hazırladığı ortamda 1999 Milletvekili seçimlerinden DSP’nin yüzde 22,2 oyla birinci parti çıkması ve Ecevit’in geç siyasi döneminde yeniden başbakanlık makamına oturması belki bir kişisel inat kariyeri bakımından “başarı” sayılabilirdi. 

Ancak “keşke Ecevit bu dönemi hiç yaşamamış olsaydı” denilebilecek bir dönem oldu. 9 Aralık 1999’da IMF’ye verilen görülmemiş kapsamdaki “niyet mektubu” ile başlatılan süreç, bir ekonomik teslimiyet anlaşmasından başka bir şey değildi. Ülkenin tarımı çökertilerek iyice dışa bağımlı hale getirilmekte, Tarım Satış Kooperatif Birlikleri “kooperatifçi Ecevit” eliyle ve DB marifetiyle marjinalleştirilmekte, KİT’ler özelleştirmelerle tasfiye sürecine sokulmaktaydı. Bu teslim alınma yetmemişti ki 57. Hükümetten ABD’nin Irak’a müdahalesine de destek olması istenecekti. Artık bu kadarına evet denilemeyeceği anlaşılınca da Hükümet içindeki Truva atları harekete geçirilecekti. Bu arada ABD muhibbi AKP de zaten iktidara hazırlanmıştı.

Kıssadan hisse: Siyaset ilkeler ve kararlı ideolojik duruşlar üzerinden yapılmadığında, hazin sonuçlar verebilir. 2002 seçimleri sonrasında, Ecevit’in aile partisi DSP’nin kapatılması en doğru karar olurdu. Rahşan Ecevit de istifa ettiği 2009’a kadar yapması gerekeni yapmadı. Sonrasında gelenler Parti’nin kalan son maddi kaynaklarını tüketmekle uğraştılar. O da tükenince, bitmiş bir partinin ismini kullanarak Cumhuriyet karşıtı bir siyasette kişisel ikbal peşine düştüler. İlkesiz düzen partileri açısından şaşılacak bir şey var mı? Peki buradan Ecevit’in itibarı mı sarsılır; yoksa 1970’lerde kazanılmış itibar 57. Hükümet pratiğinde zaten yeterince sarsılmamış mıydı?

SONUÇ

Siyasette iki artı artı iki dört etmeyebilir; dörtlü ittifaktan altılıya geçiş, oyların artacağı anlamına gelmeyebilir. Karşıdevrimin değirmenine çok su taşımış, lekeli bazı militan isimlerin CHP’nin ortak listesine girmesi, saatli bomba etkisi yapar. Daha önemlisi, sicili kabarık AKP sorumlularının tüm icraatını temize çekme işlevi görür, geçmişten hesap sormanın yolunu tıkar. Sağdan oy getirmeyeceği gibi CHP seçmenini sandıktan veya CHP’den kaçırır. Çünkü CHP seçmeni adam yerine konulmak ister. Bu nedenlerle, a) AKP türevi Deva ve Gelecek Partilerinin ittifaka alınması; b) 6’lı Masa’nın üç partisinin “ittifak içi ittifak” formülüyle ayrı listeyle seçime gitmesinin teşvik edilmemesi hatta engellenmesi; c) nihayet ortak listeye alınan isimlerin hiç tartışılmaması, büyük yanlışlardır. Bu kadar yanlışın bedelleri olur.

Sonuçta Sosyalist Güç Birliği’ne seçimlerde olduğu kadar seçimlerden sonra da büyük iş düşecektir. Çünkü seçimlerden sonra bu ülkede gerçek bir Cumhuriyetçi muhalefet dahi kalmayacak gözükmektedir.