Google Play Store
App Store

Aslında bu yazının başlığı, “sol olmayan bir sol mümkün mü?”de olabilirdi. Açayım: geçtiğimiz hafta gerçekleşen “Solda Yenilenme” toplantısının açılış konuşmasında

Aslında bu yazının başlığı, “sol olmayan bir sol mümkün mü?”de olabilirdi. Açayım: geçtiğimiz hafta gerçekleşen “Solda Yenilenme” toplantısının açılış konuşmasında DİSK başkanı Süleyman Çelebi “bensiz olmaz” değil “sensiz olmaz” zihniyetinin önemini vurgulamış. Oldukça anlamlı. Ama herhalde, solda bir yenilenmeden söz edildiğine göre senden, benden daha önce, heybesinde sol bir fikir olmalı. Aksi takdirde, bu durum köftesiz hamburgere benzer.

Bir reklam filmi seyretmiştim: Yaşlı bir kadın büyük bir iştahla dumanı tüten kocaman bir hamburgeri ısırıyor. Ardından feryadı basıyor: “Ama bunun köftesi yok!”. İçine istediğiniz kadar mayonezi, salçayı, turşuyu basın, köfteyi ihmal ederseniz, yani solu sol yapan değerlerin yerinde yeller eserse bunun bir anlamı olmaz.

Elbette solda yeni açılımlar gerekli. Hele ÖDP’nin bir program yenileme hazırlığı yürüttüğü şu günlerde, canlı bir tartışma ortamı hem fikirlerimizi daha geniş kesimlere ulaştırmamız, hem de farklı merceklerde sınayabilmemiz için bir fırsat. Ama köftesiz hamburger örneğini anımsatan, Burhan Şenatalar’a atfen Melih Pekdemir’in aktardığı “kolektivizmi reddeden, piyasa ekonomisine sahip çıkan” bir sol yaratma gayreti. Üstelik ÖDP’nin bu tasarıma aykırı görülmemesi.

İsterseniz önce çok pratik bir noktadan mevzuya girelim. Madem adı geçiyor, öyleyse şu soruyu sorma hakkımız olsa gerek: Tüm sendikalar gibi DİSK’in kendisi de kolektif bir yapı değil midir? Bu özelliği sayesinde 12 Eylül başta olmak üzere tüm vartaları atlatmamış, bugüne gelmemiş midir? Buradan daha da somut bir soruya geçebiliriz: DİSK üyeleri dahil, tüm ücretli çalışanlar piyasa ekonomisinin eksikliğinden mi, yoksa amansızca uygulanmasından mı şikayetçidir? Eğer piyasa süreçlerinin derinleşmesinden, IMF direktişerinin “emir demiri keser” misali eksiksiz izlenmesinden, seçimlerin adeta “istikrar programlarını kimin uygulayacağı” yarışına dönüştürülmesinden şikayetçiyseniz, solun çıkışını piyasa ekonomisinin dışındaki seçeneklerde aramak zorundasınız.

Bakın, kendini düzenleyen piyasa topluma köklü eleştiriler yönelten Karl Polanyi, piyasa ekonomisinin biri iyi, diğeri kötü olmak üzere iki tip özgürlük getirdiğinin altını çiziyor. Kötüler, “kişinin başkaları sömürme özgürlüğü, topluma doğru düzgün bir hizmet götürmeden büyük kazançlar sağlama özgürlüğü, teknolojik yenilikleri kamu yararına sunmama özgürlüğ ü, toplumun uğradığı felaketleri bile kara dönüştürme özgürlüğü” olarak sıralanıyor. İyiler ise bildiğimiz gibi düşünme, düşüncesini açıklama, toplanma, örgütlenme özgürlükleri...

Polanyi’ye göre bu özgürlük anlayışı zamanla serbest girişimi savunma özgürlüğüne evrilir. Gelirleri, boş zaman etkinlikleri, güvenlikleri artırılmasına hiç de gerek olmayanların özgürlüklerden alabildiğince yararlandığı, kahredici çoğunluğun da mülk sahibi sınıflara karşı korunmak için demokratik haklara çaresizce sarılırken özgürlüklerin ancak kırıntısından sebeplendiğ i bir düzen. İşte bu liberal ütopya ancak güçle, şiddetle, baskıyla sürdürülebilir. Türkiye’nin sürüklendiği mecra tam da budur.

O zaman solun tabanını oluşturan geniş emekçi kesimlerinin ihtiyacı, eşitlikle özgürlüğün solun iki temel değeri olduğundan, birbirlerini tamamlayıp, güçlendireceklerinden hareket etmektir. Toplumun maddi kaynaklarının paylaşımında, istihdam olanaklarına erişimde, parasız ve nitelikli eğitim, sağlık, sosyal güvenlik haklarının kullanımında tam bir eşitlikten yana olmaktır. Bu eşitlik taleplerinin piyasa ekonomisinde gerçekleşmeyeceğini en azından kendi deneyimimizden biliyoruz.

Eğer muradınız sistemin sorunlarını çözmek, tıkanıklılğını aşmak değilse; gerçekten eleştirel, düzeni dönüştürmeyi, kapitalizmi aşmayı amaçlayan bir ufkumuz varsa, “piyasa tanrılarına” teslim olmamız da gerekmez.

Gelelim kolektivizm konusuna. Özgürlükçü solcular; sendikalar, partiler, yurttaş inisiyatişeri, feminist, ekolojist, savaş karşıtı toplumsal hareketler gibi kolektivist yapıların yanısıra, bireysellik ihtiyaçlarına da sahip çıkarlar. Ancak özgüveni gelişmiş, inisiyatif kullanmaktan çekinmeyen, farklılıkları bir zenginlik kabul eden egoistleşmemiş bireylerle geleceğin toplumunu tahayyül edebilirler.

Toplumsal dayanışmayı da zenginlerin bir hayırseverlik faaliyeti olarak görmezler. Kamu kaynakları seferber edilerek hiç kimse aç, açık, temel insani gereksinmelerden yoksun kalmayacak biçimde kolektif bir biçimde örgütlemeyi hedeflerler. Ayrıca bireyleri birbirine adaletli davranmaya, yani dayanışmaya yönelten bir toplumsal ahlak anlayışını benimserler.

Kısaca, piyasacı, kolektivizmi reddeden bir solla işimiz olmayacağı açık. Zaten kulvarımız da farklı; mülkiyet yapılarını da sorgulayan, kapitalizmi aşmayı hedefleyen “özgürlükçü sosyalizm”. Ama piyasacı bir anlayış, hele en zalim örnekleri sergilen Türkiye gibi bir ülkede, sosyal demokrasinin sorunlarını çözeceğini zannetmek de gerçekçi görünmüyor.

Madem solda bir tartışma başladı, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek gerek. Kendini solda gören herkes hem kolektif kimlikleri, yani örgütleriyle, hem de bireysel kimlikleriyle bu tartışmanın içerisinde yer almalı. Yıllar içinde olgunlaşan birikimleriyle, yaşam deneyimleriyle farklı fikirleri sınamalı, politik tercihlerini özgürce yapmalı. Ama sakın ola ki kimse medyanın icazetine düzenin efendilerin tasvibine iradesini teslim etme hatasına düşmesin.