Sonsuzluğun diyalektiği
Böyle bir sert başlık, herkesin yanıtını bildiğini sandığını ''300 bin kilometre uzaklıktaki bir yer, 500 bin kilometre uzaklıktaki bir başka yerden daha mı yakındır?'' sorusuyla sakinleştirilebilir. Bu sorunun çok basit olduğunu düşünenler için ''Sonlu mu daha uzak, yoksa sonsuz mu?” sorusu gündeme getirilebilir. Sonra da bu soruların yanıtlarının bilinip bilinmeyeceğinden bağımsız olarak, ''Bu sorulardan hangisi daha zordur?'' sorusu sorulabilir.
Yazmayı planladığım yazıların karakterinin ana eksenlerinden biri yukarıda bahsettiğim mevzular olacak. Elbette, bir kez soru sormaya başlayınca mevzunun nereye varacağını söylemek zor olur. BirGün gazetesinin geniş ufku ve benim kemiksiz dilim, bilim ve hayata dair yazılarımın sınırını belirleyecek.
Konuyu fazla dağıtmadan kim olduğumu ve gazetede yazma girişimimin nasıl başladığından bahsetmemek bir eksiklik olacaktır. Bahsedeyim, yakın bir zamanda babamla olan tek taraflı şöyle bir diyaloğum oldu: ''Baba, her ne kadar hâlâ Türk kahvesi içecek seviyeye gelememiş olsam da senin hiçbir zaman katılmadığın veli toplantılarına katılabiliyorum, bugün bir toplantıya katıldım. Toplantı esnasında bir kadının kocasına şefkatli bir biçimde, ‘Hayatım, sen yorulma, otur. Ben hallederim’ dediğini duydum. Böyle bir şefkat çok hoşuma gitti; ‘Bunda ne var ki oğlum?’ diyebilirsin belki ama bir başka zaman anlatırım.
***
Zaman zaman “Buyurun, Zafer bey” diye hitap edildiğim ve itibar gördüğüm de oluyor, ama tahmin edersin ki 'bey' olmaya alışamıyorum. Şu ana kadar iki kez iftara davet edildim ve bir kez de kendimi davet ettirdim. Ortalama olarak iki buçuk kez iftara davet edilebildiğim varsayılabilir. İlk bir buçuk davetin nerede ve nasıl gerçekleştiğini hatırlamıyorum. Son davetimi iyi hatırlıyorum; ayağının biri sakat, eli yüzü dökülmüş, sakalları beyazlamış yaşlı bir sehpa ile tanıştım. Sanırım kırklı yaşlardaydı. Sehpaların ortalama olarak kaç yıl yaşadıklarını bilemediğimden yaşlı olup olmadığı konusunda fikrim yok ama emekli olmuş bir havada iftar masasının bana göre sağ tarafında kalan bir koltukta oturuyordu. Sehpanın bir an için beni anlamaya, tanımaya çalıştığını düşündüm. Böyle bir ortamda içimden yazmak geldi ama nerede yazabilirdim ki? Neyse baba, böyle bir ruh haliyle kendim en iyi ifade edebileceğim BirGün gazetesiyle iletişime geçtim. Çok fazla güncel olmasa da yazılacak konu çok.
Baba, devrimci coşkumuz kontrol edemeyeceğimiz bir şekilde artıyor ve sınıf mücadelemiz devam ediyor, halk düşmanlarını henüz yenemedik ama merak etme, bizlerden çok korkuyorlar. Oralar nasıl, sen nasılsın baba? Allah devrimci mi? Ellerinden öpüyorum. Oğlun Sabri.’’
***
Maviler farklı farklıdır. Bir yanımız, "Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar"daki maviliklerde, bir başka yanımız "1961 yılında Yuri Gagrin uzaya çıktığı (327 kilometre yükseklik) zaman yer gök inlerken Cantor'un bundan yaklaşık 80 yıl önce, 1970'li yıllarda sıfır masrafla sonsuza gitmesi çok az insanı heyecanlandırıyordu. Bu yolculuklar esnasında Gagarin, “Dünya mavi, çok güzel. Harika görünüyor.” derken Hilbert, Cantor'un yolculuğundan yaklaşık 20 yıl “Cantor'un yarattığı cennetten kimse bizi kovamaz” diyordu. İşte tümevarım, bu 'mavi' ve 'cennet arasındadır’ ifadesinde geçen maviliklerdedir. Devrimci olmak, bazen de bu maviliklerden sonsuzun diyalektiğini yakalamaktır.
Devrimci olmak bazen de ‘’2+2=4’’ ifadesinin huzurunu kaçırmaktır.
Mizahsız olmadan da olmaz! Bu bağlamda bir anekdot: 12 Mart döneminde Oğuzhan Müftüoğlu’na Mahirlerin saklandığı evin yerini öğrenmek için günlerce yapılan işkence sonrası tutuklu olarak hapishaneye gönderildiği sırada, Müftüoğlu, yakalandığı zaman üzerindeki el konulan özel eşyalarının iadesinde, "İade edilmeyen özel eşyan var mı, kontrol et" diyen polise, "Bir de 14'lü tabancam olacaktı" demişti.
Evet, BirGün gazetesindeki olası yazılarımın çevresinin, en azından bir kısmının nasıl olacağının sinyallerini kapalı olarak vermeye çalıştım. Ama yazıların esas çerçevesinin emek mücadelesi merkezinde olacağını da söyleyeyim.
Dostlukla kalın…