Cep telefonunun, internetin ve haliyle sosyal medyanın olmadığı zamanlar. Bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisi, Fenerbahçe’nin galibiyetiyle sonuçlanmış. Babam, gazeteden kestiği, maç haberiyle ilgili bir kupürü almış, elinde bir bantla evden fırlıyor. Çok geçmeden, bu kupürü, Galatarasaylı komşumuz rahmetli Celal Amca’nın kapısına yapıştırıp kaçtığı anlaşılıyor. Ertesi gün kupürü yırtılıp atılmış şekilde bizim kapıda buluyoruz. Başka bir gün, başka bir maçta Fenerbahçe yenilmiş olacak ki, maçın son düdüğü çaldığı an bizim telefon bir kez çalıyor ve kapanıyor. Babam açıyor, ses yok. Sonra bir kez daha çalıyor ve kapanıyor.

Babam yine açıyor, yine ses yok. En sonunda babam anlıyor ki, bu arayıp kapatmalar, Fenerbahçe’nin yediği gol sayısına karşılık geliyor. Kim olduğunu anlayarak basıyor küfrü haliyle. Cep telefonunun icat olup yaygınlaştığı ve henüz akıllanmadığı dönemde bu karşılıklı atışmalar SMS formuna dönüyor. İlk anda herkesin birbirini kızdırdığı ve hatta kavgaya bile döktüğü bu atışmalar, sonradan gülerek anlatılan hatıralara dönüşüyor. Açıkçası işin keyfi de böyle çıkıyor. Eğer rakip takımı tutan bir arkadaşınız, yani bir öteki yoksa, işin çok da anlamı yok. O dönem, herkes adını koyamasa da bunun farkındaydı ve pek de farkında olmadan ötekinin varlığına sahip çıkıyordu. Evet, holiganlık yine vardı ama bu, sokakta ya da tribünde karşılaşan küçük gruplar için geçerliydi. Babamın, komşumuz Celal Amca’yı bir yenilgiden sonra kızdırabilmesi için, onunla dost kalmaya devam etmesi gerekti örneğin. Derken, internet, ardından sosyal medya geldi ve booom! Hiç tanımadığımız insanlarla da futbol tartışır hale geldik ve ölçeği milyonlara büyüttük. Hiçbiriyle de dost olmak veya dost kalmak zorunda değiliz. Çünkü elimizde neredeyse sınırsız bir seçenek havuzu var.

ÇİVİSİ Mİ ÇIKTI YOKSA?

Bugünlerde Türkiye’de futbolu takip eden herkesin üzerinde birleşeceği bir cümle biliyorum: İyice çivisi çıktı bu işin! Haksız da değiller. Sahiden kimsenin hiçbir şeyden memnun olmadığı, herkesin birbirini algı yapmakla suçladığı, yenilenlerin asla hak ederek yenilmediği, yenenlerinse kendilerinden başka herkesçe hak etmeden kazandığının düşünüldüğü bir ortam. Her şey keyif değil, bir sinir harbi olarak yaşanıyor. Kulüpler sosyal medya hesaplarından tribündeki herhangi bir taraftar düzeyinde atışıyor ve taraftarlardan rol çalıyor. Dünyadaki bütün haksızlıklar sadece o kulübün başına gelmiş gibi bir ortam. Ötekinin varlığını değil, sosyal medyanın oluşturduğu yankı odaları yardımıyla sadece kendi tuttuğumuz takımın varlığını anlamlı bulduğumuz bir ortam bu aynı zamanda. Yani üzerinde birleştiğimiz gibi “iyice çivisi çıktı bu işin.” Peki gerçekten çivisi mi çıktı, yoksa elimizde bir çekiç olduğu için her şey “çivi” olarak mı görünüyor?

ELİMİZDEKİ ÇEKİÇ

Önceki paragrafı bitirirken sorduğum sorunun cevabı bana göre açık: Elimizde sosyal medya adı verilen bir çekiç var ve bu yüzden her şey çivi olarak görünüyor. Önceden sadece kendi sosyal çevremizde tartıştığımız bir şey, insani sınırlarımızın ötesinde bir ölçeğe dönüşüyor. Bu köşede 2021'de çıkan bir yazıda, Antropolog ve evrimsel psikolog Robin Dunbar’a referansla tartışmıştım. Şöyle ki “İnsanların bilişsel olarak aynı anda sürdürebildikleri anlamlı arkadaşlık ilişkilerinin sayısını 150 olarak tespit etmişti. Anlamlı arkadaşlıklar derken tabii buna geniş aile üyeleri de dahil. Bugünün dünyasında, tek başına Facebook arkadaş listenizin kişi sayısıyla kıyaslanamayacak bu sayının ötesi ne oluyor diye soracak olursanız, Dunbar’a göre 500 kişiye kadar ‘tanıdık’ ve bin 500 ‘ismini bilebileceğiniz kişi’ diye uzayıp gidiyor. Yeni çıkan kitabı nedeniyle Sheon Han’a verdiği bir röportajda Dunbar, bu sayıyı, 100-250 arasında bir varyasyon aralığı olarak yeniden tanımlamış.” İnsanların anlamlı ilişki kurabilecekleri insan sayısı belliyken, sürekli daha fazla insanla bağlantı kurmaya teşvik edilmesinin de dezenformasyondan nefret söylemine pek çok sonucu var. İşte futbol etrafında kilitlenen tartışma, bana kalırsa, herkesin sürekli konuşmaya teşvik edildiği bir kültürün sonucu. Bu kültürde yöneticiler ve kulüpler dahil herkes, sonsuz derecede konuşma hakkına ve bunu ötekine de duyurabilme olanağına sahip. Sonuçta herkes, bu hakkını başarısızlığın sorumluluğunu üzerinden atmak için kullanıyor.

ALGI YAPMAK

Adı “algı yapmak” konulan bir faaliyet var örneğin. Takım yenildi mi? Algıyı hakem ve “üzerimize oynanan oyunlar” parantezinde toplamak için sayısız fırsat var. Hakem gerçekten kötü bir yönetim sergilemiş olabilir bu arada. Geçmişte kötü hakemlik yok muydu sizce? Kuşkusuz vardı ama üzerine bu kadar konuşma imkânı yoktu. Devasa birer yankı odası oluşturup o sesin yankısını sonsuz derece büyütme imkânı da yoktu. Böyle olunca; hatalar, kötü yönetimler ve hatta şike bile oyunun bir parçası sayılabiliyordu. Günümüzde böyle bir imkân yok. Başarısızlığa tahammül diye bir şey de yok. Gordon Milne’e iki yıl üst üste şampiyon olmamasına rağmen üçüncü kez şans verildiği çocukluğumun Beşiktaş’ı bugün mümkün olabilir mi? Daha ilk senesinde işinden olur. Hatta yerine gelmeyi planlayan başka teknik direktör veya odakların sosyal medyada yönlendirdiği algı sonucu bile işinden olabilir. Öyle olunca, iki yıllık şampiyonluk hasretinden sonra üç yıl üst üste rekorlar kırarak şampiyon olunan dönemler de mazide kalır. Çünkü dikkat eşiğimiz de tahammül eşiğimiz de doğamıza hiç uygun olmayan bir şekilde, sosyal medya akış hızında seyrediyor. Böyle bir ortamda futbolu sevmek, ondan zevk almak mümkün değil. Futbolu tartışma ölçeğimizi bireysel olarak kendi sosyal çevremize, genel olaraksa, tek bir kamusal alana indirgemediğimiz sürece bu işin bir keyfi olmayacak. Herkesin kendi yankı odasında konuştuğu yerde nasıl demokrasi değil enfokrasi kültürü çıkıyorsa, bu ortamdan da futbol sevgisi değil, sadece ötekine dair sınırsız nefret çıkar.