Google Play Store
App Store

Soykırımlar çağı ifadesinden özellikle 20. yüzyıl olmak üzere bütün bir modernleşme sürecini kastediyorum. Daha önce bu köşede komünistlerin/sosyalistlerin, bilhassa etnisite ile ilgili 20. yüzyılda yaşanan sert ve şiddetli gerilimleri ve bunların uç biçimleri olarak kitlesel katliamları gerektiği gibi analiz edemediğini yazdım. Bundan dolayı komünist-sosyalist partilerin ve geleneklerin çoğu ülkede kitlesel kıyımlara karşı ciddi eleştirel bir tutum geliştiremediğini ifade etmeye çalıştım.

Sosyalist-komünist parti ve örgütlerin bu sorunlu durumu, kıyıma uğrayan etnisitelerden gelen komünistler için çok daha karmaşık ve dramatiktir. Zira kendi öyküsüne, bir tür yabancılaşma halidir. Dünyayı konuşmak ama kendi öyküsünden bahsetmemektir. Türkiye’nin sol-sosyalist geleneği bu açıdan herhalde daha fazla ve çarpıcı deneyimlere sahiptir. Bilhassa yönetim kademelerinde yer alan Rum, Kürt, Ermeni siyasi aktörler, ailelerinin de mağduru olduğu kitlesel etnik kırımlardan genellikle sözetmemişlerdi. Bu aktörler daha çok kitlesel kırım yapan güçlerin sınıfsal kimlikleriyle; özellikle de burjuva kategorileriyle ilgilenmiş; buna karşın kırıma uğrayanlarla neredeyse ilgilenmemişlerdi. Çünkü onlar zaten sömüren ya da sömürülen her sınıftandı ve sınıfsal kimliklerini ‘analiz’ etmenin fazla bir önemi de yoktu.

∗∗∗

Sosyalist-komünist siyasal geleneklerin kendi geçmişleriyle yüzleşme ihtiyaçları, sanırım en fazla bu dramatik durum nedeniyle önemlidir. Her üyesini ve hatta yöneticisini kendi doğasına yabancı kılan, zulüm görmüş aile üyelerinin öyküsünü bile bir yabancı gibi dinleyen veya hatta yeterince dinlemeyen bu durumla sahici bir yüzleşme zorunludur. Bu olmadıkça sözkonusu geleneklerin kendi geçmişlerine dair kuracakları her cümle ancak bir yarım doğru olabilir. Diğer yarısı, başka bir öykünün konusudur. Sanırım bu karmaşık durumun etkisiyle kitlesel kıyıma uğrayan ve büyük ölçüde tesadüflerin eseri olarak hayatta kalabilen, sonra da bir şekilde sosyalist-komünist siyasal geleneklerin birer neferi olarak hayatlarını feda etmeye hazır olan bireyler, derin iç hesaplaşmalar yaşamışlardır.

Bu tarihsel-sosyolojik vak’anın içine geçmiş bambaşka deneyimler de vardır elbette. Yakın zamanda Fransız devletinin, Pantheon’a (Fransa için ölüme gidenlerin toplandığı anıt mezar) taşımaya karar verdiği Misak Manuşyan’ın öyküsü tam olarak böyledir. Manuşyan, Osmanlı devletinde 20. yüzyılın başlarında nüfusunun yarısı kırılmış Ermenilerin yetim kalan binlerce çocuğundan biriydi. Adıyaman’dan Lübnan’a, oradan Fransa’ya geçebilmiş ve genç yaşında Fransa’nın özgürlüğü için hayatını vermiş bir ‘öteki’ komünistti. Fransız Komünist Partisinin bir gönüllüsü olarak Manuşyan’ın yolu, kendi ataları ile aynı kaderi yaşayan Yahudiler’le kesişmişti. Osmanlı’daki Ermenilerin kırımını ‘politik aklıyla’ organize eden Almanya’nın, Avrupa’daki Yahudileri kırmaya başladığı günlerde Manuşyan, sanki kırılan kimlikler arasında kurulan bağın sesi olmuştu. Nazi faşizmine karşı ‘öteki’ komünistlerin sesi!

∗∗∗

Fransa devleti iki kez başvuru yapmasına rağmen, vatandaşlık talebini kabul etmediği Misak Manuşyan, Nazi faşistlerinin işgaline karşı kıyıma uğrayan halkları savunmuş ve Fransa’nın özgürlüğü için mücadele ederken 1944’de katledilmişti. Fransa şimdi nihayet onu, vatandaşı olmayan bir ilk örnek olarak Fransa’nın özgürlüğüne hayatını adayanların toplandığı mekâna taşımış ve bütün hayat öyküsünün kritik dönemlerini içeren fotoğraf ve anlatıların yer aldığı ve şu sıralar devam eden bir sergiye de konu yapmıştır.