Vedat Demircioğlu, kardeşim benim, 68 kurbanlarının simgesi Taylan’ımız öyle gittiler, Generaller çok can yaktı, çok can aldı. İşçi liderlerini gençliğin yıldızı Denizlerin, On’ların, ötekilerin, buradakilerin canını almayı kurtuluş sandılar. Ama işte dönüyor yine dünya.

Şu bizim meşhur 68 kuşağımız

Son yıllarda kuşaklar alfabenin son harfleriyle anlatılır oldu; Y kuşağı Z kuşağı. Bitiyor mu, sona mı gelindi artık. Yoksa kuşaklar, nesiller üzerine konuşmak isteyenlerin sözü mü tükendi. Eskiden klasik yöntemi yeğler üç aşağı beş yukarı tarihin ya da tarihselliğin yardımıyla olup bitenlere bakarak on yıllara bölünürdü kuşaklar 60 kuşağı, bizim şu meşhur 68 kuşağımız, sonra yılmaz, yıkılmaz, çilekeş 78’liler… Şimdiyse umutla umutsuzluk arası bir zaman dilimindeyiz. Büyük talihsizliğin egemen olduğu karanlıktan alacakaranlığa, oradan da ışıklı bir güne çıkılacağını söyleyenlerin verdikleri sözler hiç de rahatlatıcı değil. Siyasetten sınırlı, kısıtlı, şimdiki duruma son verileceğini ama yerine konulacak olanın ne olduğunu anlatmayan, belki de ne olacağını bilmeyen nutuklar dinliyoruz. Yalnızca siyaset sahnesinin as elemanları değil, bizler de gerçekçi ve umutlu şeyler söyleyemiyoruz. Kuşkusuz iyi niyetlerimizi pek güzel anlatan renkli, iç rahatlatıcı sözler buluyor, ne olması gerektiği konusunda eskiye göre daha rahat konuşuyoruz ama siyasetin içine girebildiğimizi, etkileyebildiğimizi söylemek hâlâ çok zor. Bizim gençliğimizin deli dolu, atak, hiç düşünmeden risk alan kuşağımızın yerini alan ve nedense Z kuşağı adı verilen kuşak da gelecek umuduna değil de siyasetin hemen yarınına odaklanmış, ona bel bağlamış gibi sanki. O nedenle de biraz hüzünle adeta son kuşak, son umut gibi anlatılan Z kuşağı ile bizim meşhur 68 kuşağını karşılaştırmak değilse de nostaljik bir geziye girişmek kötü olmayabilir belki.

Goethe “Çevreyi görmek istersen çatıya çıkmalısın” diye yazmış. Çatıya çıkıp bakalım öyleyse becerebilirsek. Ama önce şu çaresiz hüznümüzü Z kuşağına anlatmak, kendilerine dayatılan dar ufkun dışına çıkmalarını umduğumuzu, hüznümüzü anlamalarını beklediğimizi söylemek istiyorum: “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz. /Sana yalnız bir ince tâze kadın /Bana yalnızca eski bir budala /Diyen bugünkü beşer, /Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar, / Bulamaz sende, bende bir ma'nâ” diyor Ahmet Haşim. İşte size dayatılan bu dar ufkun dışına çıkmanızı beklerken, Z değil A kuşağı olduğunuzu inatla dile getirmenizi bekliyoruz biz ölümün kıyısında gezinenler.

JANJANLI DİZİLERİN ZENGİN VE SAHTE HAYATLARI

Size Z kuşağı adını takanlar bundan böyle ya da -sizi halledeceklerinden o kadar emindirler ki- sizden sonra artık hiçbir şey olmayacağına, düzenin ebediliğine “tarihin sonunun” geldiğine sizi de inandıracaklar gibi konuşuyorlar. “Bayan değil kadın” derken verdikleri tavizi, sanki büyük bir şeymiş gibi allayıp pulluyorlar. Gerçekte Haşim’in kuşakları hüzünle tanımlarken bana “eski budala” sana da “ince taze bir kadın” derken TV kanallarında bizi, bize ama diledikleri gibi anlatmak niyetindeler. Janjanlı diziler, mini etekli, dekolteli kadınlar hepsi tornadan çıkmış yakışıklı delikanlıların, gerçek dışı zengin yaşamların, sahte bir özgüvene tavan yaptıran silahların ve artık sayıya sığmayan ama insana da dokunmayan, insanı duygusuzlaştıran ölümlerin dizileri bunlar.

Bizim 68 kuşağına gelince sevgili genç okurlar, biz size göre biraz daha talihliydik sanki. Kendilerine Z kuşağı adı takılmış gerçekte zamanımızın bütün ağırlığını üstlerinde hisseden, işsizliğin zirvesinde, pek çok kentin yok üniversitelerinde okuyabilmek için çabalayan, yurtsuzluktan sokaklarda sabahlayan kardeşlerim, siz aldırmayın TV kanallarının yalanlarına, uydurma hayatlarına; kendinize bakın, gerçek olan ve hızla değiştirilmesi gereken sizin hayatlarınızdır. Aslında farkındasınız siz her şeyin; size Z kuşağı adını takarak, umutsuzluğun Babiyar’na sürükleyerek bir tür ölüme, çaresizliğe mahkûm etmek istediklerini anladınız siz çoktan.

Biz size göre daha talihliydik derken, dünya henüz büyük çalkantının içine girmemişti, tam tersine yükselen kurtuluş ışıkları aydınlatıyordu dünyamızı. Vietnam’da Ho’nun, Çin’de Mao’nun, tüm Doğu’da kurtuluşun sevinci yaşanıyordu. Sosyalizm hâlâ büyük umutlar saçan bir büyük sistemdi, Küba’da bakanlığı bırakıp Bolivya dağlarına çıkan Che Guevara ölmemişti. Fidel Castro uzun konuşmalarıyla umut saçmaya devam ediyordu. Şili’de Salvador Allende seçim kazanmış sosyalizmin halkın açık oy desteğiyle kurulabileceğini gösterirken, Pablo Neruda yaşadığı uzun hayatın son döneminde büyük şiirini yazmayı Allende ile kol kola yürümeyi, Victor Jara şarkısını söylemeyi sürdürüyordu. İşte o günlerin kuşağıydık ve çok şanslıydık biz. Fransa’da başlayan isyan Türkiye’ye uzandığında biz çoktan ayaktaydık; kişisel tarihimizin mutlu günlerinde İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlük binasında 17 gün koltuklarda uyuduk, profların, doçentlerin bir bölümü alkışlarken bizleri, bir bölümü de dişlerini gıcırdatıyor, gelecek kara günleri umutla bekliyorlardı.

ÇABUK TESLİM OLDU AVRUPA'NIN 68'İ

Fransız gençlerinin 68 ile bizim 68 arasındaki çok ama çok büyük farklardan da söz edeyim ki, günümüze de ışık tutsun o kısa tarih. Çünkü bugün de o farklar önemlidir. Fransa’da üniversitelerin isyanı tuhaf bir özgürlüğün damgasıyla büyüdü. İşçi sınıfı ile sosyalistlerle mesafeli genç isyan tadını aldığı sınırsız “özgürlüğün” kısa sürede dizginleneceğinin farkına varamadı. İsyanın güzel çocukları, amfileri işgal eder profesörleri sorguya çekerken, “Sartre uzatma kısa kes” derken bir süre sonra düzenin kendilerini kuşatacağını bilmiyorlardı. Çok kısa sürede ehlileştiler, Daniel Cohn-Bendit’yi Frankfurt’ta sokakta gördüm, emekli bir memura benziyordu. İsyanı teslim etmeyen Rudi Dutschke’yi ise yaşatmadılar. Kot pantolonları pejmürde isyankâr kılıklarıyla Bundestag’a giren Yeşiller ise çok kısa sürede takım elbise giymeyi, kravat takmayı öğrendiler.

Sonra tüm dünyada saldırıya geçti karanlığın güçleri.

Bizim 68’lilerimiz övünerek söyleyelim ki daha baştan işçilerle işçi sınıfıyla yoksul köylülerle kader birliği etmişti, üniversite isyancıları Kavel’de, Sungurlar’da Derby’de, direnen işçilerle omuz omuza olmayı önemsediler. 68’i anlatırken o nedenle işçi direnişçileri dışarda bırakmak büyük hatadır. Ama sonra karanlık çöktü dünyanın üstüne. Şili’de faşist Pinochet Allende’yi öldürdü. Victor Jara’nın önce parmaklarını kırdılar gitar çalamasın diye, sonra öldürdüler şarkı söyleyemesin diye. Büyük acıya katlanamadı Neruda. Biz de çok kurban verdik. Vedat Demircioğlu, kardeşim benim, 68 kurbanlarının simgesi Taylan’ımız öyle gittiler, Generaller çok can yaktı, çok can aldı. İşçi liderlerini gençliğin yıldızı Denizlerin, On’ların, ötekilerin, buradakilerin canını almayı kurtuluş sandılar. Ama işte dönüyor yine dünya. Sıra sizde kardeşlerim. Akademiden kovulan ama yılmayan genç dostlarım, istedikleri kadar size “Siz sonuncularsınız, hepsi bu, alfabenin son harfisiniz, Z kuşağısınız” desinler, aldırmayın, A kuşağısınız siz. Zaman yerinde durmaz, koşullar değişir ve insan bildiğiniz gibi koşullar içinde tarihini yazmaya girişir. Zamanın dayatılmış ruhuna isyan eder insanoğlu, onu kabul etmemek, ona direnmektir önemli olan. Hiç kimseye hiçbir zaman zafer garantisi verilmemiştir, ama biliriz ki zamanın hareketi içinde kazanımlar devrimlerle sonuçlanmasa da birikir, birikenin üstüne yeni zamanların ışığı düşer, hiçbir zaman sıfırdan başlanmaz, tarihte eksi olabilir gerileme olabilir hesaplamalarda ilerlemek de gerilemek de mümkünüdür ama gelecek hep ağır basar, son tahlilde harekettir esas olan.

***

Hikâye bizim hikâyemiz çünkü bizim hakikatlerimiz farklıdır, asıl olan gerçeği kendi hakikatimize dönüştürmektir. Hayat durmaz, beklemez, şarkı susmaz, şiir ille de yazılacak, söylenecektir öyleyse…