Şükran Günü’nün dehşet masası
Şükran Günü, iki temel çelişkiyle karşımıza çıkıyor: Bir yandan, yerlilere karşı işlenen katliamlar görmezden gelinerek barış ve birlik mesajları veriliyor; diğer yandan, ikonik sofra sahneleriyle hayvan sömürüsü meşrulaştırılıyor.
George Orwell, geçmişi analiz edip anlamazsak, hataları tekrarlamanın kaçınılmaz olduğunu söyler. Ancak bu öğüt, hem bireyler hem de toplumlar tarafından sıkça göz ardı edilir. Gezegenimizin kolektif tarihine dair bilgi eksikliği, kişisel yaşamlarımızda tekrarlanan eğilimleri fark etme yetersizliğiyle birleştiğinde, geçmişin hatalarını yeniden yaşama riskimiz artar. Bu durum, Şükran Günü (Thanksgiving) gibi kutlamalarda da belirgin hale geliyor. Dijital platformlarda hızla yayılan Şükran Günü temalı filmler, bu kutlamaların tarihsel anlatıları ve hayvan hakları üzerindeki etkilerini sorgulamayı zorunlu kılıyor. Şükran Günü, iki temel çelişkiyle karşımıza çıkıyor: Bir yandan, yerlilere karşı işlenen katliamlar görmezden gelinerek barış ve birlik mesajları veriliyor; diğer yandan, ikonik sofra sahneleriyle hayvan sömürüsü meşrulaştırılıyor. Hindi ve diğer et ürünlerinin bu kutlamaların merkezi unsurları haline gelmesi, "şükran" söyleminin ölümlerle iç içe geçtiğini gözler önüne seriyor. İnsanlar etik değerleri savunurken, bu değerlerle çelişen alışkanlıklarını sürdürmeye ne yazık ki devam ediyor. Bu tutarsızlık, bireysel ve toplumsal düzeyde derin bir ikiyüzlülüğe işaret ediyor ve geçmişten ders almanın sadece teoride değil, pratikte de ne kadar zor olduğunu ortaya koyuyor.
VEGANİZM VE SİNEMA
Veganizm, sadece bir yaşam tarzı değil, aynı zamanda etik, çevresel ve toplumsal meseleleri kapsayan bir felsefe. Bu felsefe, sinemada da giderek daha belirgin hale geliyor. Belgeseller uzun zamandır bu alanda farkındalık yaratmada önemli bir rol oynasa da, kurgusal yapımların da bu mesajları ilettiğini görüyoruz. Örneğin, Okja (2017), fantastik bir hikâye üzerinden hayvan haklarını ve gıda endüstrisinin etik boyutlarını sorgularken, Interstellar (2014) ve Snowpiercer (2013), doğanın tahribatının insan yaşamına etkilerini ele alır ve bu süreçte veganizmin etik yaşam biçimini düşündürür. The Matrix (1999), hayvanların ve doğanın sömürüsüne karşı bir alegori olarak yorumlanabilirken, Avatar (2009) çevrecilik ve hayvan hakları konusunda güçlü bir mesaj verir. Babe (1995) ise, bir domuzun aidiyet duygusunu ve hayvan hakları temalarını samimi bir şekilde işler. Bununla birlikte, mizahi ve eleştirel bir yaklaşımla hayvan haklarına göndermeler yapan filmler de var. Örneğin, Eli Roth’un Thanksgiving (2023) filminde, geleneksel Şükran Günü sofrasında hindi yerine bir insanın yer aldığı sahne, tüketim kültürüne ve şiddetin normalleşmesine dair güçlü bir metafor sunar. Bu tür bir görsellik, hayvan hakları ve etik konularına dair sarsıcı bir farkındalık yaratmayı amaçlar. Veganizmin sinemadaki etkileri sadece anlatılarda değil, prodüksiyon süreçlerinde de görülüyor. Kostüm ve makyajda cruelty-free malzemeler kullanılması, sette hayvanların yer almaması gibi uygulamalar standart hale geliyor. Bunun yanında yapımlarda, ahlaki olarak duyarlı karakterlerin vegan olarak resmedilmesi de giderek yaygınlaşıyor. Bu karakterler genellikle empati yeteneği yüksek, çevre bilincine sahip bireyler olarak karşımıza çıkıyor. Elbette Hollywood’un veganizmi bazen sadece bir pazarlama stratejisi olarak kullandığı eleştirileri de var. Ancak bu temaların daha sık işlenmesi, toplumsal etik bilincin artması açısından önemli. Gelecekte daha fazla vegan yönetmen, vegan yapımcı, vegan oyuncu ve vegan film eleştirmeni göreceğiz, bu da sinemanın etik çizgisini derinleştirecektir.
ANİMASYONLAR VE ANTROPOMORFİZM
Animasyonlar, özellikle çocukların empati geliştirmesinde önemli rol oynuyor. Şükran Günü temalı filmlerde ve animasyonlarda hayvanların insanlaştırılması (anthropomorphism), çocuk izleyicinin bu karakterlerle güçlü bağlar kurmasını sağlıyor. Çocuklar, filmlerde sevdikleri hayvan karakterlerinin yaşadığı acıları ve zorlukları hissettiklerinde, gerçek dünyadaki hayvanların yaşadığı daha korkunç durumları anlamlandırmakta zorlanıyor. Bu noktada, hayvanlara karşı geliştirdikleri duygusal bağ ve gerçek dünya arasındaki çelişki onları derinden etkiliyor. Hindiler, animasyonlarda sevimli, arkadaş canlısı ve duygusal bağ kurulabilecek varlıklar olarak tasvir edilirken (çünkü öyleler!), gerçek dünyada bir Şükran Günü sofrasının ortasında çocukların önüne bir ceset olarak konuluyor. Bu çelişki, çocukların gözünden bakıldığında dehşet verici bir gerçekle yüzleşmek anlamına geliyor. Bugün, animasyonların geliştirdiği bu empatiyle büyüyen çocuklar, artık bu çelişkiyi sorgulamaya başlıyorlar. "Hayvanlar bizim arkadaşımız, biz onları öldürmemeliyiz" diyerek hayvanların yaşam hakkını savunuyorlar. Yeni genç jenerasyon da, bu yalanları daha zor kabulleniyor; bilinçli ve sorgulayıcı bir yaklaşım geliştiriyor. Bu değişim, geleceğe dair umut verici bir tablo sunuyor. Çocukların hayvanlarla kurdukları bağ, onları sadece bireysel seviyede değil, toplumsal ölçekte de daha etik bir dünyanın savunucuları haline getiriyor. Sinema ve animasyonlar, bu dönüşümün bir aracı olarak, empatiyi artırmada ve çocuklara sorgulayıcı bir zihin yapısı kazandırmada güçlü bir araç olmaya devam ediyor.
TARİHSEL ADALETİN ÜZERİ ÖRTÜLEN YÜZÜ
ABD’de her yıl kutlanan Şükran Günü, toplumsal barış ve birlik hikâyesiyle pazarlanan bir bayram gibi görünse de, aslında tarihsel bir adaletsizliği örtbas eden bir anlatıya dayanıyor. Resmi tarih, İngiliz hacıların (pilgrims, püritenler) yerlilerle barış içinde sofraya oturduğunu ve bu vesileyle şükranlarını sunduklarını iddia eder. Ancak gerçekte, 1628’de başlayan bu hikâye, büyük bir katliamla sonuçlandı. İngilizler, yerlileri hastalıklar, savaşlar ve kıyımlarla sistematik olarak yok etti. Massachussetts çevresinde büyük bir saldırı ile bir kültürü, dili ve halkı neredeyse tamamen yok ettiler. Bu gerçeklerin üzeri örtülerek, 1800’lerin sonunda bu gün milli bayram ilan edildi. Ancak 1973 Wounded Knee Olayı, Amerikan yerlilerinin özgürlük mücadelesinde bir dönüm noktası oldu. Bugün, yerliler Şükran Günü’nü bir Yas Günü (National Day of Mourning) olarak anıyor. San Francisco açıklarındaki Alcatraz Adası, bu direnişin sembol yerlerinden biri. 1973’te atıl halde olan bu adayı, American Indian Movement (AIM) işgal ederek, tarihsel haklarını geri talep etti. Her yıl kasım ayının dördüncü perşembesi sabahın kör ışıklarında adaya geçen yerliler burada bir araya gelerek hem protesto hem de anma törenleri düzenliyor. Kardeşimin ve sevdiceğinin bu yıl katıldığı bu anma törenini canlı olarak izleme fırsatı buldum ve bu yıl, Filistin destekçilerinin de bu etkinliklere katılarak dayanışma göstermesi, halkların ortak direniş hikâyesine güçlü bir vurgu yaptığını söylemeliyim. Bugün dünyada anket yapılsa, insanların büyük kısmı, "kızılderililerin" tamamen soyunun tükenmiş olduğunu düşünebilir. Ancak 2020 ABD Nüfus Sayımı’na göre, Amerikan Yerlisi ve Alaska Yerlisi gruplarını kapsayan nüfus yaklaşık 9,7 milyon kişiye ulaşmış durumda. Bu da toplam ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 2,9’una denk geliyor. 2010’daki nüfus sayımında ise bu rakam 5,2 milyondu, yani önemli bir artış söz konusu. Bu büyüme, insanların nüfus sayımı formlarında kendilerini nasıl tanımladıklarına dair değişiklikler ve özellikle DNA testleri ile soybilim web sitelerinin sağladığı artan farkındalık gibi etkenlerin birleşiminden kaynaklanıyor. Gözlemlerime göre, özellikle melez ırktan bireylerin sayısının arttığı, bu kimlik tanımında önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu durum, “kızılderili” mirasına olan ilginin ve tanımanın arttığını ve kimlik kavramının daha geniş bir kesim tarafından sahiplenildiğini gösteriyor.
KARA CUMA SAÇMALIĞI
Tüm bu çelişkiler, toplumsal bilincin bir an önce değişmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. Neyse ki yeni jenerasyon yalanları yutacak gibi görünmüyor. Sonuç olarak, tarihten sinemaya, tüketim kültüründen hayvan haklarına kadar birçok konu birbiriyle bağlantılı. Son olarak bir diğer saçmalık olan Black Friday (Kara Cuma) tabirine değineceğim. Bu tabiri gördüğümde tüylerim diken diken oluyor. Bu niye var? Çünkü normalde kışın insanlar çok harcama yapmıyorlar ve büyük şirketlerin kârları düşüyor. Noel ile Şükran Günü arasında 1-1.5 ay oluyor. Uyanıklar bu sürede tüketim ölmesin diye, ‘alışveriş sezonunu’ uzatmak için hemen Şükran Günü’nün ertesi gününe Kara Cuma’yı yerleştiriyorlar. Bunun adı niye ‘kara’ ve bu nereden çıktı? Şöyle özetleyebilirim: "Kara Cuma" terimi, başlangıçta Philadelphia’da oluşan yoğun trafiği ifade ediyordu. Gerçekten de alışveriş olsun olmasın zaten Şükran Günü’nün ertesi günü çok trafik oluyor, çünkü hem cuma oluyor hem de insanlar evlerine dönüyorlar ya da tatile gidiyorlar. Ancak daha sonra sermayedarların perakendeciliğiyle başka bir anlam kazanıyorlar. ‘Karaya düşmek’, ‘karaya batmak’ normalde ‘para yapmak’ anlamına geliyor borsa İngilizcesinde. Evet bunları anlatmazlar, zaten hiçbir şeyi anlatmıyorlar ki!