Bundan 650 yıl kadar önce, tarihin en korkunç kitaplarından biri olan Malleus Maleficarum/Cadı Balyozu (Türkçeye Cadı Çekici olarak çevrildi. Artes Yay., 2018) yayımlandı. ‘Şeytanın uşağı’, din düşmanı pagan cadılarının nasıl tespit edileceği konusunda Papalık makamınca da onaylanmış bu kitap, korkunç işkencelere dayanamayıp kendilerine yüklenen suçu kabul eden, hatta bazıları yargıç rahiplerin hoşuna gideceği umuduyla detayları iyice abartan çok sayıda insanın ifadelerine dayanarak yazılmıştı. Şu satırlar, kitabın temelindeki dehşetin en iyi örneklerinden olsa gerek: 

“Peter, tutsak edilmiş bir büyücüye bebekleri hangi yöntemle yediklerini sorduğunda, cadı kadın şöyle anlattı: ‘Yöntem şudur. Bebekleri avlıyoruz, özellikle henüz vaftiz edilmemiş olanları. Ama, özellikle haç veya dualarla korunmadıklarında vaftiz edilmiş olanları da avlarız, .’ ((Dikkat et okuyucu, vaftiz edilmemeleri için özellikle Şeytan’ın kışkırtmasıyla vaftiz edilmemişleri avlıyorlar.) Şöyle devam etti: ‘Törenlerimizle onları beşiklerinde ya da anne babalarının yanında yatarken öldürür, ezildikleri ya da başka bir nedenle öldükleri sanılırken mezarlarından gizlice çalar, kemikler çıkarıldıktan sonra tüm etleri neredeyse içilebilir hale gelene kadar kazanda kaynatırız. Daha katı olan kısımlardan, uçmamızı sağlayacak, arzularımıza ve sanatlarımıza uygun bir macun yapar, bunu ayrı bir kaba, örneğin deriden yapılmış bir tuluma doldururuz. Kim bu kaptan içerse, birkaç merasim eklendiğinde hemen âlim olur ve tarikatımızın efendisi olur.’” (Latinceden çev: Christopher S. Mackay, Cambridge, 2009, s.285) 

Kim bilir nasıl işkencelerle alınmış bu ifadede geçen ‘uçma’ meselesi, ‘kötü kadın’a dair somut bir sembol yaratılması açısından önemli. Kitapta, cadıların süpürgelerini uçar hale getirmek için ne yaptıklarına dair ‘bilgiler’ verilirken bu konuya defalarca dönülüyor ve hep bir ‘tahta’dan söz ediliyor: “(Cadıların) ulaşım yöntemi aşağıdaki gibidir. Çocukların, özellikle de vaftiz edilmeden öldürdüklerinin uzuvlarından bir macun yaparlar ve iblisin talimatıyla bunu bir koltuğa veya bir tahta parçasına sürerler.” (s.298) 

Buradaki tahta parçası, süpürgedir. Cadılıkla ilgili popüler anlatılarda koltukla uçan cadı bulamazsınız, hepsi süpürgeyle uçar. Ev temizliği için kullanılan bir aletin bu sembolik dönüşümü, kadının varoluşsal mekânını ev olarak tanımlayan erkek-egemen ideolojinin ürünüdür.

Malleus Maleficarum’un yayımlanmasından 612 yıl sonra bir grup kadın, bu sembolü bir kez daha dönüştürdüler: Kendilerine dayatılan ataerkil ve erkek-egemen domestik varoluş koşullarına isyan eden bu kadınlar, 1998’de Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni düzenlemeye başladı. O gün bu gündür, ‘uçan süpürge’ dendiğinde akla korkunç kahkahalar atarak uçan cadılar değil, sanatın ve bilimin gücüyle özgürleşen kadınlar geliyor.

***

Bu yıl 25’nci kez düzenlenen Uçan Süpürge’deki filmlerin her biri ayrı bir yazıyı hak ediyor. Ama özellikle bir film var ki, sembolik anlatım gücüyle beni çok etkiledi: Piccolo Corpo/Küçük Beden (2021)

Yönetmen Laura Samani’nin yönetmenlik becerisinin pırıl pırıl bir örneği olan filmin öyküsü şöyle: Bir balıkçı köyünde yaşayan Agata’nın bebeği ölü doğar. Agatha doğum sonrası sağlık sorunlarıyla boğuşurken, kocası ve köylüler bebeği gömerler. Vaftiz edilmeden ve isimlendirilmeden ölen bebeğinin durumunu soran Agatha, köyün papazından şunu duyar: “Vaftiz edilmeden gömüldüğü için, sonsuza kadar arafta kalacak.” 

Bir kez bile kucağına alamadığı bebeğinin karanlık bir belirsizlikte sonsuza kadar kalması düşüncesi Agatha’yı o kadar rahatsız eder ki, bir söylentinin peşinden çileli bir yolculuğa çıkar. Bu söylentiye göre, kuzeyde, ölü bebeklerin sadece bir nefesliğine diriltildiği ve hemen vaftiz edildiği bir kilise vardır. O bir nefesten sonra bebekler tekrar ölmekte, ama artık tanrının nuruyla temizlenip isimlendiklerinden, sonsuza kadar arafta kalmak yerine cennete gitmektedir.

Bir gece vakti bebeğini mezarından çıkaran genç kadın, minik kızın bedeninin bulunduğu kutuyu sırtına asıp gizlice yola düşer. Yolculuk sırasında Lynx adlı biriyle karşılaşır. Sonradan bunun Agatha kadar Lynx’in de hikâyesi olduğunu anlarız. Bir kör inanış masalı olarak başlayan film, finale yaklaştıkça kadınlık, annelik, yaşam ve ölüm gibi kavramların oluşturduğu bir sarmal anlatıya dönüşür.

Yunan tragedyalarını andıran bu öykü boyunca, Dante’nin Beatrice’e ulaşmak için Cehennem ve Araf’tan geçişini, Orfeus’un karısını dünyaya geri getirmek için ölüler diyarına gidişini, Tarkovsky’nin Stalker/İzsürücü’sünde insanların en içten dileğinin gerçekleşmesini sağlayan ‘oda’ya yapılan yolculuğu andıran bir yol hikayesine tanık oluyoruz. Memeleri kesilerek işkence edilip öldürülen Sicilyalı Azize Agatha’ya (yolda memelerinden süt gelen Agatha bebeğini emziremez) ve kılık değiştiren ‘sır taşıyıcı’ mitolojik hayvan Lynx’e yapılan açık göndermeler de, filmin nasıl bir ‘metinlerarası’ yapıya sahip olduğunu gösteriyor zaten.

Ama filmin çekirdeğinde başka bir şey var; vaftiz edilmeden ölen bebeklerin cadılar tarafından değil din tarafından kullanılışına dair bir söylem, Maleficarum’u bir süpürge darbesiyle sonsuz bir karanlığa gönderen bir öz... Sırf bunun için bile o süpürgeye binmeye değmez mi?!