Sürecin kaderi getirisine bağlı
Ortadoğu bir kez daha ABD emperyalizminin planları doğrultusunda şekillendirilmek isteniyor. Suriye’de oluşturulmaya çalışılan yeni denge ile Türkiye’deki açılım süreci, bunun parçaları ve yansımaları olarak tanımlanabilir.
Türkiye’de sosyalistler başta olmak üzere demokrat kamuoyu yıllardır, Kürt sorununun yalnızca bir arada yaşam perspektifiyle çözülebileceğini söylüyor ve silahların susması, şiddetin son bulması için çağrılar yapıyordu. Çünkü gençlerin kanı akıp halklar acıyla öfkelendikçe, barışı konuşmak da imkânsızdır. Barış sakinlik ve sükunet ister.
Barış yalnızca ülkeyi bütünüyle kuşatan bir demokrasi ortamında gelişebilir. İçinde demokrasi ve özgürlük olmayan barış, gerçek anlamda bir barış olamaz. Böyle bir barış yalnızca, çatışan taraflar arasındaki politik/stratejik bir anlaşmadan ibaret kalır. Bu tür anlaşmaların silahların susması bakımından olumlu görülecek tarafları olsa da ona içkin olan siyasi yükler, meseleye daha geniş bir yerden bakmayı gerektirir.
Bugün Türkiye de buna benzer bir durum içinde... Ortadoğu’da Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Harekatı’nın ardından yaşanan gelişmeler ve son olarak 8 Aralık 2024’te Suriye’de Esad’ın düşürülmesi, bizzat bu olayların başrolünde olan ABD ile İsrail’in ortaklığında yeni bir bölgesel denklemle taçlandırılmak isteniyor. Suriye’nin kıyı kentlerinde Alevi katliamının gerçekleştiği günlerde imzalanan HTŞ-SDG anlaşması da bunun halkalarından biriydi.
Kurulmaya çalışılan denklemin önemli durağı İran’ı teslim almak ve en nihayetinde Filistin davasını sona erdirmek. Bunu bir nevi 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan düzene referansla “Amerikan Barışı” (Pax Americana) olarak adlandırmak mümkün. “Barış” dendiğine bakılmasın, bölgeyi etnik ve mezhepsel fay hatları üzerinde bir kıvılcımla patlayacak duruma getirmenin taşları döşeniyor. Zaten Gazze’de ateşkesi bozarak yeniden terör estirmeye başlayan İsrail’in hazırlayıcısı olduğu bir plandan barış çıkmayacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yok.
Türkiye’deki süreç de bölgesel gelişmelere uygun bir çizgide ilerliyor. Daha doğrusu ilerletilmeye çalışılıyor. Rejimin önünde, mevcut siyasal kamplaşmayı kendini avantajlı pozisyona geçirecek şekilde yeniden kurgulamak için bir “fırsat penceresi” olduğu düşünülebilir. Ne var ki bu pencereyi açmak ve devamını getirmek ayrı bir mesele.
Zorluğun büyük kısmı, iktidar blokunun ideolojik karakteriyle ilgili. Bahçeli’nin ittirici rolü ve “kurucu önder” tanımlaması gibi milliyetçi cenahta ezber bozan çıkışları bir yana, rejimin tüm varlığıyla Kürt meselesinde sert bir manevra yapması yüksek risk barındırdığından, süreç ortam yoklanarak, alıştıra alıştıra ve karşılıklı sürtüşmelerle ilerliyor.
Öcalan’ın çağrısından sonra PKK’nin doğrudan fesih yerine “ateşkes” kararı alması, hükümet kanadı tarafından olumlu bulunmadı. Savunma Bakanlığı bu ifadeye tepki gösterdi. Ardından Bahçeli de ateşkes tavrını isabetli bulmadığını açıkladı. Dün ise PKK yöneticilerinden Murat Karayılan’ın süreçteki pürüzleri anlattığı demeçleri kamuoyuna yansıdı. Karayılan, örgüt içinde sürece ikna olmayanların bulunduğunu, onları yalnızca Öcalan’ın ikna edebileceğini bu yüzden kongreyi bizzat Öcalan’ın yürütmesi gerektiğini savundu.
Sürecin hangi istikamete doğru ilerleyeceği, emperyalizmin bölge stratejisiyle oluşan siyasal zeminde, tarafların karşılıklı çıkar ortaklığına varıp varamayacağıyla ilgili. “Bu süreçte bir şart yok” dense de objektif koşullar, karşılıklı beklentiler ve aynı şekilde karşılıklı tavizler gerektiriyor.
Sonuçta, eğer Türkiye’nin bugünkü iktidarı, sürecin kendisine hiçbir şey kazandırmayacağını, hatta aleyhinde toplumsal tepki yaratacağını görürse, aynı yoldan koşar adım geri döner. Aynı şekilde Kürt hareketi içinde sürecin elde edilen kazanımlara tehdit oluşturacağı kanaati yaygınlaşırsa, hareketin tüm unsurları diyalog zemininden uzaklaşmak ister. Yani sürecin şartı olmasa bile bazı gereklilikleri söz konusu. Karşılıklı “kazan-kazan” durumu oluşmazsa, süreç bir yerde mutlaka tıkanır. Sürecin kaderini buradaki matematik belirleyecek.
İktidarın kazanması için muhalefete yönelik sert baskı politikasına devam etmesi ve bunun üzerine Kürt hareketine angaje seçmenin büyük bölümünü muhalefet blokundan koparıp kendi lehine tercih kullanır noktaya getirmesi gerekiyor. Bugünkü iktidar demokrasiden ve özgürlüklerden beslenmiyor, tam tersine bu değerleri yok ederek gücünü muhafaza ediyor. İşte bu yüzden demokrasi, barış ve özgürlük, yürütülen sürecin taşıyıcı kolonları değil. Onlar ne yazık ki sadece birer dış kaplama unsuru.
Sürece rasyonel bir akılla yaklaşıldığında, Ekrem İmamoğlu’na yönelik tam saha presin de bu dönemeçte bir tamamlayıcı olduğu anlaşılabiliyor. Görünürde ortada büyük bir demokrasi çelişkisi duruyor. Bir yanda Türkiye’nin en derin problemlerinden biri çözmek istiyormuş gibi görünen ama öte yanda en büyük rakibini hareket edemez, hatta 35 yıl önce aldığı diplomasıyla uğraşarak yasaklı hale getirmeye çalışan bir siyasi iradeyle karşı karşıyayız.
Burada bir barış ya da demokrasi arayışı yok, düzenin ömrünü uzatmak için doğru reçeteyi bulma çabası var. Geniş muhalefet bloku açısından günün en önemli görevi, iktidara karşı durma ve onu yenme görevidir. Bu mücadele, profesyonel siyasetin sınırlarını aşar, toplum tarafından sahiplenilir ve yürütülürse başarıya ulaşabilir. Aksi halde barış hep iktidar oyunlarının, siyasi çıkar hesaplarının parçası olarak konuşulmaya devam eder.