Google Play Store
App Store

Bu son yıllar, -2016’dan başlayan seneler- Türkiye’den dünyanın her yerine müthiş bir göçe şahitlik eti. 15 Temmuz mağdurları, KHK ihraç edilmişleri, iş bulamayanlar, işe alınmayanlar, her türlü ayrımcılıktan muzdarip olanlar göç yollarında. Almanya’ya "nitelikli işgücü göçü" her yıl katlanarak artıyor.

Bu yoğun göç mevsiminde, yüzbinlerin karada, havada, nehirde ve denizde -boğulmamış kurtulmuşlarsa eğer- bir gelecek aradığı dünyada, iki eski solcu göçmenin ölüm haberi geldi.

Hayır, onlar denizde boğulmadı, yangında ölmedi. 12 Eylül’den sonra gittikleri Almanya’da hastalıklar sonucu -muhtemelen beyaz örtüler içinde bir yatakta- hayata gözlerini yumdular.

İlki Abdülkadir Konuk’tu, onu İzmir’in Tariş işçileri tanırlar.

İkinci isim ise Ufuk Bektaş Karakaya idi, ölüm haberi Köln’den Türkiye’ye ulaştığında pek çok insan ona yazılar yazdı, övgüler dizdi. 12 Eylül’de ağır işkenceler görmüş, ‘84 ölüm oruçlarında 75 gün açlık grevi yapmış ve yattığı cezaevlerinde tüm direnişlerde yer almıştı. Küçücük bir örgütten geldiği halde, adı da, namı da çok büyüktü. Bektaş, anılarını yazdı, yaşadıkları korkunç, anlatımı etkileyiciydi.

Bu iki -biri yaşlı, diğeri genç, ama öldüklerinde eşit- devrimciyi birleştiren şey, sürgünde yalnız kalmaları, -bir kaç vefalı arkadaş hariç- yalnız başına ölmeleriydi. Ardlarından yazılanlar ise bu vefasızlığa bir isyan baladı gibiydi. Hayatlarını devrime adamış, işkence görmüş, idamı beklemiş, hapishane sonrası artık Türkiye’de yaşama olanakları kalmadığından -mecbur kaldıklarından- yurtdışına çıkmış bu kişilere -başta toplumun- yoldaşlarının gösterdiği boşvermişlik, bu tepkilerin özüydü.

Kuşkusuz sürgünün Avrupa ve Amerika tarihinde onurlu bir yeri de var. Ancak sürgün bir varoluşsuzluk, hiçbir tarafta olamama, geçmişin esareti altında kalma, bugüne ve hele yarına hiçbir zaman ait olamama hali. Yolun sürgüne düşmesi, yok olmakla hemen hemen eş anlamlı. Doğuya ait tüm acı şarkıların gurbeti işlemesi boşuna değil.

Suriye’li S. Jobs veya Dilan’ın Hollanda başbakanlığına namzet olması gibi tekil "başarı" örnekleri -ne yazık ki- bu tabloyu değiştirmiyor.

Bu yüzden Avrupa, oraya gidenlerin kocaman hayalleri bir yana -kitapları 22 dile çevrilmiş Avrupa PEN üyesi bir siyasi sürgün olduğu halde, oturum ve sigorta hakkı alamayan, hatta tedavi olmakta dahi zorlanan- Aslı Erdoğan’ın sözleriyle, gösterişli bir müze, cafcaflı, kof, içi boş kavramlar müzesine dönüşmüştür.

Ama bu "kalpsiz kıta" yoksa hep mi böyleydi? Daha geçen yüzyılda, tek tek tüm ülkelerinde sanata, ticarete, bilime ve edebiyata katkıları devasa olan ve kıtanın eski sakinleri olan, öz yurttaşları -küçük bir topluluk olan- Yahudileri toplayıp Nazilere kendi elleriyle teslim etmemiş miydi? Anna Frank’in hikâyesi, Marga Minco’nun acı otları bu hikâyeleri anlatmaz mı?

Peki Bektaş’ın Avrupa hikâyesinden biz ne çıkardık? 12 Eylül’de oraya kaçmış 40 bin kişi bize ne öğretir?