Google Play Store
App Store
Suriye Savaşı, Cihatçı Akını ve AB Üçgeninde Mülteci Krizi

Yusuf Tuna Koç 

Geçtiğimiz hafta Kayseri’de Suriyelileri hedef alan saldırıların ardından, büyük bir milliyetçilik dalgası ile birlikte mülteci krizi yeniden gündem haline geldi. Ancak bu krizin yalnızca Türkiye’nin kendi iç siyasi dinamikleri ile açıklanamayacağı ve çözülemeyeceği ortada. Suriye savaşı ve AKP’nin bu savaştaki rolü, savaştan Türkiye’ye kalan cihatçı örgütler ve AB ile yapılan tek taraflı geri dönüş anlaşmaları; yükselen milliyetçilik kadar bu krizin farklı boyutları.

Araştırmacı yazar Hamide Rencüzaroğulları, gazeteci Doğu Eroğlu, Göç Araştırmacıları Derneği üyesi, Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Didem Danış ile Suriye savaşında AKP’nin rolünü, Türkiye’de örgütlenen cihatçı yapılanmaları ve AB ile anlaşmaların siyasi boyutlarını konuştuk.

RENCÜZOĞULLARI: BOP İSTEDİ TÜRKİYE CİHATÇILARI DESTEKLEDİ

Türkiye bugün ağır bir mülteci krizi ile boğuşuyor. Bir haftadır da siyasetin gündeminde. Ancak krizin bugününü konuşurken, temelinde Suriye’de 2011’de başlayan ve on yıl süren bir savaş var. Peki, AKP’nin bu savaş süresince izlediği politika neydi? 

Hamide Rencüzoğulları: Dünden bugüne AKP’nin dış politikasını Ortadoğu ve Kuzey Afrika genelinde değerlendirmek mümkün aslında. Fakat özel olarak Suriye politikasını ele alacak olursak, 2011’in mart ayında, Suriye’nin en güneyindeki Dera kentinde, Ürdün sınırına yakın beldede bir isyanın patlak vermesi ile birlikte Suriye’ye yönelik emperyalist kuşatma çok erken bir zamanda açığa çıktı. Türkiye çok hızlı bir şekilde Suriye kuşatmasına açıktan dahil oldu ve 900 km’lik Suriye sınırını açık tutarak cihatçıların, El-Kaidecilerin Suriye’ye girerek çatışmalara girmesini sağladı.

En başta 2009 yılında Türkiye ile Suriye’nin yakınlaşması söz konusuydu. Ki uzun yıllardır Türkiye ile Suriye arasındaki gerilimli ilişkilerden sonra bir ilk gerçekleşti. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın eşi ile birlikte Şam’ı ziyareti, Şam heyeti ve Suriye devlet başkanı Esad ile görüşmeleri, kardeşleşme işaretleriydi. İşte o zaman “Kardeşim Esad” ile AKP’nin çok ciddi anlaşmaları oldu.

“BOP GÖREVİ 2002’DEN ÖNCE VERİLDİ”

2011’in başında ise Suriye’ye dönük kuşatma başladı. Belki planlanmamıştı ancak başta Suriye’nin rejim değişikliği olmak üzere ardından İran ve Lübnan Hizbullah’ının kuşatılması ABD’nin olmazsa olmaz projesiydi. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesine eş başkan tayin edilen Tayyip Erdoğan da sonuçta bu göreve 2011’den çok daha önce başlamıştı. Bu konuda ciddi araştırmalar yapan Lübnanlı akademisyen El-Yafi, bir araştırmasında, Türkiye’nin uzun zamandır böyle bir müdahaleye hazırlandığını ortaya koymuştu. El-Yafi; “Türkiye’de AKP iktidar olmadan önce, genel başkanı Abdullah Gül ve henüz belediye başkanlığı yapmış olan Tayyip Erdoğan Beyaz Saray’da ağırlandı. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi için kendilerine o zamandan görev verilmişti ve projenin başmimarı da Katar olacaktı. Ancak Katar’ın Suriye sınırına uzak olması müdahaleyi zorlaştıracağı için finansman ülkesi olarak seçilmişti” diye yazdı.

Bu tespiti haklı çıkaran gelişmeler 2011 Mart ayında açığa çıktı. Dera’da başlayan isyanlar Ürdün hükümetinin desteği ile büyüdü. Ürdün üzerinden Dera’ya Müslüman Kardeşlerin silah soktuğu sonrasında belgeleriyle ortaya çıktı. Keza Suriye sınırının sıfır noktasında kamp hazırlayan Ürdün hükümeti projeye sadık şekilde bu fitneyi destekliyor ve büyütüyordu. Mülteciler gelecek ve sayıları psikolojik sınırı aştığı anda Libya’da olduğu gibi Suriye’ye de müdahale gelecek varsayımı vardı. Bu kurguyla ilgili görev Türkiye’ye verildiği için henüz sınırımızda herhangi bir hareketlilik olmadan Yayladağ’da mülteci kampları kurulmaya başlanmıştı.

O zaman Türkiye’ye ilk kafileler gelmeye başladı, gelenler Suriye ordusundan ayrılıp Özgür Suriye Ordusunu kuran subaylardı. Hemen ÖSO ve onun üç yıldızlı bayrağı ilk kez Türkiye’den dünyaya ilan edildi, bürosu Reyhanlı’da açıldı. Türkiye o kadar hızlı dahil oldu ki Yayladağ sınırındaki kamp dedikleri bölgeye Libya’dan cihatçılar taşınmaya başlandı ve Türkiye üzerinden kapılar açıldığında cihatçılar tarafından ilk olarak Lazkiye’nin kuzeyi işgal edildi. Bu Türkiye’nin Suriye’ye hediyesiydi.

Martta isyan çıktıktan 5 ay sonra, ağustosta Davutoğlu Şam’da görüşmeye gittiğinde çantasında ABD’nin direktifleri vardı. Davutoğlu Esad’a şunları söyledi: “Derhal seçime git, genel af ilan et.” Af talebi neden? Çünkü siyasi tutuklular ağırlıkla Müslüman Kardeşler’di ve ülkede siyasi yasaklılardı. Militanlarının serbest bırakılması talebi Türkiye’den iletildi. Belli ki başta iç çatışma planlanmıştı ancak yetmeyince cihatçı takviyesi yapıldı.

“SİZ ABD’NİN TEMSİLCİSİ MİSİNİZ?”

Davutoğlu’nun diğer maddeleri neydi? Suriye’deki tüm madenlerin yabancılara açılması ve uluslararası tahkimin kabulü. İran’la ilişkilerin kesilmesi ve Golan’dan çekilerek İsrail ile barışılması. Israrla “Obama bu konuda çok ısrarlı” deniyordu. Esad yanıt olarak “ABD’nin temsilcisi misiniz? Türkiye’nin harici vekili misiniz? Niye sizin hükümetinizin taleplerini değil ABD’nin taleplerini getiriyorsunuz, burada Amerikan büyükelçiliği var, onlar zaten bu talepleri iletiyorlar” dedi. Bu talepler kabul edilmedi tabii.

Sonrasında neler oldu? Bütün itiraflar, Wikileaks belgeleri, Clinton’ın açığa çıkan mailleri, vs hepsi ortaya koyuyor; Türkiye Suriye’ye dönük kuşatmanın başaktörüdür, bütün cihatçı akışı Türkiye’den sağlanmıştır, silahlar da dahil. Örneğin, dönemin Katar başbakanı Hamad Bin Casip, “Biz sandık ki sadece Esad’ı değiştirecekler. Biz de her türlü parasal desteği sunduk. Silah, mühimmat, eğit-donat için Türkiye’ye milyarlarca dolar aktardık, bunu Türkiye sağlıyordu.”

Kontrolsüz cihatçı akışı Türkiye üzerinden Suriye’ye olduğu gibi dönüşleri de Türkiye’ye oldu. Tüm yabancı ajansların özellikle cihatçı merkezi haline getirilen Hatay’dan yaptıkları aktarımlar da şunu gösteriyor ki Yayladağ’dan silahlanarak Suriye’ye giren cihatçılar akşam Türkiye’ye dönüyor, yaraları da oradaki hastanelere taşıtıyorlardı.

Tüm bunlar dönemin dışişleri bakanı Davutoğlu’na sorulduğunda, sınır güvenliği için şunu söylemişti: “Sınırdan girenin çıkanın hacı mı cihatçı olduğunu nereden bileceğiz? Biz sınırlarımızı kontrollü bir şekilde açıyoruz, giren çıkan oluyor.”

İHVAN LİDERLİĞİ HAYALİ MÜLTECİ KRİZİNİ BESLEDİ

Sonraki yıllarda zorunlu göçler olmaya başladı çünkü cihatçılara açılan transit kapı Türkiye olduğu için, cihatçılar sınır bölgelerini işgal etmeye başladı. İşgalden kaçmak isteyenler ya içeriye ya da Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Fakat Türkiye sınırları cihatçılar için açıktı, dolayısıyla gelen mültecilerin ne kadarının, hangilerinin savaş mağduru olduğu tespit edilemedi. Cihatçıların da girip çıkabilmesi için tamamen kontrolden çıktı Türkiye’nin sınır politikası. Önce Arap ülkeleriyle, sonra tek başına bu savaşı sürdüren Ankara’nın tek amacı Esad’ı devirmek ve İhvan iktidarını kurabilmekti. Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta en başta İhvan iktidara gelince AKP de zafer sarhoşluğu yaşadı, Ortadoğu’nun İhvan lideri olarak gördü kendini.

Uluslararası cihatçı koalisyonunu bir çatı altında birleştiren Türkiye olmuştu. Adına da El-Fetih ordusu denildi. Bu ordu Nusra öncülüğünde İdlib’i işgal etti. Diğer bölgelerden geri çekilince İdlib’in “Özgür Suriye” olacağı umuduyla buraya yoğunlaşıldı. Nitekim İdlib hâlâ Nusra Cephesinin emirliği olarak duruyor.

Kırılma, hızla büyüdü. Türkiye 2016’dan itibaren tek başına cihatçı gruplarla Esad’ı devirme operasyonlarına devam etti. Neden tek başına? Çünkü artık ABD önceliğindeki uluslararası koalisyon sözde IŞİD ile mücadeleye odaklandı ve Irak-Türkiye sınırını ve Kuzey Suriye’yi tutarak buraya tahkimat yaptı. Obama’nın Eğit-Donat’ı Türkiye’nin başına kaldı.

İkincisi 2015’te Yemen’e müdahale gerçekleşti. Suudi Arabistan, Arap NATO’su denebilecek bir koalisyon ile bu müdahaleye önderlik etti. BOP’u destekleyen tüm bölge ülkeleri Yemen Savaşına odaklanınca Suriye’den ellerini çektiler. Tüm bu gelişmeler hem Türkiye’nin eline çok ciddi bir potansiyel ve tehlike hem de ciddi bir yalnızlaşma getirdi.

SURİYE’DE YALNIZLAŞMA

Fakat AKP’nin dış politikasındaki bir diğer yanlışı da burada oldu. Suriye savaşında yalnızlaşan Türkiye kendisine bırakılan cihatçı potansiyele güvenerek Suriye’ye dönük saldırıların arkasında durmaya devam etti. Tek amaç Esad’ın devrilmesiydi.

Ancak Rusya’nın sahaya inmesine karşılık olarak sahadaki hâkimiyetlerini geriletmeye dönük hamleler oldu. Davutoğlu’nun dışişleri ve başbakanlık döneminde Rusya ile ilişkiler çok gerildi. Rusya’nın intikam alması beklendiği anda, Türkiye el uzatmak zorunda kaldı. Hem cihatçılarla baş edemiyordu hem de Rusya’yı karşısına alabilecek durumda değildi, ABD de güvenilemeyecek bir pozisyondaydı. Her kanlı operasyonun ardından NATO’yu müdahaleye çağıran Türkiye hiçbirinde olumlu bir dönüş alamadı.

Türkiye şimdi bu cihatçı potansiyelle ne yapacağına kendi karar veriyor, Libya, Azerbaycan-Ermenistan hatta Ukrayna savaşına bile kaydırdı. Ancak büyük oranda çözümsüz şekilde elinde kaldı. Bunun bir çözüme ulaşması gerekiyor çünkü Türkiye’nin bölgedeki komşularıyla normalleşmesi gerekiyor. 15 Temmuz’u finanse ediyor dediği Birleşik Arap Emirlikleri ile katil dediği Suudi Prensi ile yine “katil Sisi” ile el sıkışıldı.

Geriye bir tek Suriye kaldı. Suriye’deki cihatçı potansiyel Türkiye’nin eline kaldı. Faturası da ağır. Sonuç itibariyle TSK kontrolü altındaki bölgeler, geçiş hükümetlerine devredilmiş olsa da aslında tüm kurumlar Türkiye tarafından inşa ediliyor, PTT’sinden fakültelerine kadar. Memur tayin ediliyor, harp-polis okulları kuruluyor. Tüm bunların ağır bir faturası var ve ekonomik çöküşü dikkate aldığımızda, bu faturadan kurtulmak için komşularla düşmanlık güdecek ne siyasi ne de ekonomik bir güç kaldı. Sosyal açıdan da mülteci krizi AKP’nin kamburu olmaya başladı. Suriyelilerin kanı üzerinden para kazanan Türkiye şimdi onlardan da kurtulmak istiyor.

DANIŞ: TÜRKİYE MÜLTECİLERİN VARLIĞINI EKONOMİK VE SİYASİ AÇIDAN ARAÇSALLAŞTIRIYOR

Türkiye ile AB arasındaki geri kabul anlaşması, ülkedeki göçmen konusuna dair en çok tartışılan konulardan biri. Türkiye'nin bu şekilde göçmenleri yalnızca AB'nin faydasına tuttuğu yorumları yapılıyor. Hükümetin bu politikaları kabul etmesinin ardındaki motivasyon, bir siyasal çıkara mı işaret ediyor?  

Didem Danış: AB-Türkiye mutabakatına giden yol 2015 yazında Avrupa'ya yönelik çok yoğun bir göç hareketliliği sonrasında, Avrupa Birliği'nin dış sınırlarını korumak için Türkiye'yi oyuna dahil etme arzusundan kaynaklandı. Avrupa Birliği, aslında Fas ve Libya gibi diğer komşu ülkelerle benzer anlaşmaları çok daha önce yapmıştı.

Türkiye'nin bu anlaşmayı kabul etmesinde en temel motivasyon AB ile ilişkilerini ve uluslararası imajını güçlendirmekti. Dönemin hükümeti bu işbirliğini Türkiye'nin uluslararası imajını yükseltmek için bir fırsat olarak gördü. Türkiye ve özellikle Davutoğlu yönetimi, bu anlaşma ile uluslararası toplumda önemli ve sorumlu bir aktör olarak kendini gösterme imkânı bulmayı umdu. Ancak maalesef Avrupalıların tek derdi düzensiz göçü durdurmaktı. Türk yetkililerle birkaç samimi fotoğraf vermek veya Türkiye’de kalacak Suriyeli sığınmacılar için birkaç milyar avro ödemek AB için olabilecek en düşük maliyetti.

Bir de tabii AB'nin Türk vatandaşlarına vize kolaylığı vaadi bu anlaşmayı Türk toplumuna anlatma ve iç kamuoyunda bir dış siyaset başarısı olarak sunma imkânı verdi. Ama biliyorsunuz bu vaat hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hatta aksine bugün Türk vatandaşlarının AB'den vize ret oranları rekor seviyeye ulaştı.

“YUNAN ADALARI GÖÇMENLERİN GUANTANAMO’SUNA DÖNÜŞTÜ”

Hukuki boyutu açısından da bu anlaşmalar göçmenler ve bir bütün olarak Türkiye'deki yurttaşlar açısından ne tür sorunlar barındırıyor? 

Bu mutabakat hukuki açıdan başlıbaşına bir sorun. Çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve hak örgütü bu anlaşmanın uluslararası hukuk ve mülteci haklarını ihlal ettiğini gösteriyor. Bu açıdan birkaç temel eleştiri var. Birincisi bu “mutabakatın” bir anlaşma olmaması. İngilizcesi “statement” olan bu belge aslında sadece taraflar arasında bu konularda bir mutabakata varıldığına dair bir açıklama; dolayısıyla taraflar bu belgeyle ilgili hiçbir resmî sorumluluk taşımıyorlar. Hak ihlalleri açısından ise iki temel sorun var. İlki anlaşma kapsamında göçmenlerin iltica süreçleri boyunca, “Avrupa’nın Guantanamo’su” olarak adlandırılan Yunan adalarındaki mülteci kamplarında sıkışıp kalmaları. Bir diğer sorun, mutabakatın bahsettiği geri gönderme konusunda Türkiye’nin AB hukuk ekseninde geri göndermeye uygun üçüncü güvenli ülke olarak sınıflandırılması oldu. Oysa, Türkiye’nin imzacılarından olduğu 1951 Cenevre Sözleşmesinden dolayı, sadece Avrupa’dan gelen mültecilere Türkiye’de mülteci statüsü hakkı tanınıyor. Yani Türkiye’ye geri gönderilen çoğu Orta Asyalı ve Ortadoğulu sığınmacı için Türkiye güvenli ülke değil.

KAYSERİ BU ÇIKAR HESAPLARININ BİR SONUCU

AB'nin göçmen politikaları giderek daha fazla sertleşiyor. Ülke bazında göçmen kotası politikaları tartışılırken, geri gönderilen ülke olarak Türkiye ve Türkiye'deki mülteciler de bu konunun bir öznesi. Politik iklimdeki bu sertleşmeyi ve buna karşın Türkiye'de hükümetin AB yanlısı tavrını nasıl yorumlamak mümkün? 

Göçmen karşıtı aşırı sağ partilerin yükselişiyle AB’de göç politikaları daha da sertleşecek.

Aslında AB ülkelerinde –Almanya dışında– bizdeki kadar büyük bir göçmen nüfus yok. Ancak ekonomik ve toplumsal sorunlar arttıkça kamuoyunda göçmen karşıtı söylemler yükseliyor. Özellikle banliyö isyanları gibi olaylar, göçmen kökenlilere karşı ayrımcı politikaların benimsenmesine yol açıyor.

Sağ popülist partilerin iktidarda olduğu Macaristan, İtalya, Hindistan ve benzeri ülkelerle karşılaştırınca, Türkiye mültecilere kucak açan tavrı ile tarihsel bir istisna oluşturuyor. Siyasi iktidarın bu tavrında birkaç nedenin etkili olduğu söylenebilir. İlki Ortadoğu ve İslam dünyasındaki liderlik iddiasıyla ilişkili. Geniş bir coğrafyanın hamisi olarak, İslami kardeşlik söylemiyle bu bölgedeki mazlum halklara kucak açma arzusu vardı. Bunu ensar-muhacir söyleminde de sık sık gördük. Bir diğer etken olarak, ciddi bir ekonomik krizden geçen Türkiye’nin, mültecilerin varlığını ekonomik ve siyasi açıdan araçsallaştırma çabasından bahsedebiliriz. Sığınmacılara sunulması gereken hizmetler için AB'den ve uluslararası kuruluşlardan mali yardım talep edilmesi bunun örneklerinden biri. Ayrıca dış siyaset açısından, nadir pozitif gündem maddelerinden biri olarak mülteci konusunun elde kalmış olması da önemli. Türkiye'nin artık akamete uğramış AB'ye üyelik süreci ve Gümrük Birliği anlaşmaları gibi konular, Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerini olumlu tutma çabalarında etkili. Türkiye, AB ile olan ilişkilerini güçlü tutarak, siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmeyi istiyor.

Ancak, dış politika açısından karşılıklı çıkar ilişkilerine ve stratejik hesaplara dayanan mülteci politikasındaki bu tercih, iç politika açısından –geçen hafta Kayseri’deki olaylarda gördüğümüz gibi– çok hassas bir tablo ortaya çıkmasına neden oluyor.

EROĞLU: SELEFİLER HÂLÂ İÇ TEHDİT

Türkiye'de, Suriye savaşının başından beri cihatçı yerleşimleri ve hücre evleri üzerine tartışmalar yapılıyor, Türkiye'de yaşanan katliamlarda da bu iç örgütlenmelerin parmağı olduğundan söz ediliyordu. Bugün Türkiye'de böyle cihatçı yapılar hâlâ aktif olarak mevcut mu, herhangi bir siyasal eylem içerisindeler mi? 

Doğu Eroğlu: IŞİD’in ortaya çıkışından sonra IŞİD’le ilişkilenen ve IŞİD’in Türkiye’deki faaliyetlerine katkı sağlayan yapılar, 2013-15 döneminde daha çok personel ve malzemenin Türkiye üzerinden IŞİD’e ulaştırılmasıyla ilgilendi. Sadece Gaziantep Yapılanması olarak andığımız grup Türkiye’deki şiddet eylemlerine yoğunlaştı. IŞİD’in dış istihbarat birimi Emni’yle ilişkilenen ve Türkiye’deki eylemleri koordine etme görevi alan grup, 5 Haziran 2015 HDP Diyarbakır Mitingine, 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta SGDF’li grubun basın açıklamasına ve 10 Ekim 2015’te Ankara’daki Barış ve Demokrasi Mitingine saldırılar düzenledi. Baskı altına alınan bu grup daha sonra 1 Mayıs 2016’da Gaziantep Emniyet Müdürlüğüne ve 20 Ağustos 2016’da Gaziantep’teki bir düğün evine saldırılar yaptı. Bu dönemde Gaziantep Yapılanması gördüğü baskı, kaybettiği personel, EYP tedarik zincirinin bozulması gibi sebeplerden etkisizleşti. Ama aynı dönemde doğrudan IŞİD’in komuta kademesinden emir alan grupların yaptığı eylemler ortaya çıktı. 12 Ocak 2016 İstanbul-Sultanahmet, 28 Haziran 2016 İstanbul-Atatürk Havalimanı ve 1 Ocak 2017 İstanbul-Reina Saldırılarında doğrudan IŞİD’in komuta kademesine dahil olan kişiler tarafından eylemler düzenlendi. Oysaki Gaziantep Yapılanması daha otonom, kısmen kendi hedeflerini belirleyebilen, IŞİD’in başarısından etkilenmiş ve IŞİD’le ilişkilenmiş bir yapıydı.

2017’den sonra, yani IŞİD’in toprak üzerindeki egemenliğinin son bulmaya yüz tuttuğu dönemden itibaren Türkiye’deki destekçileri, ister yerli isterse yabancı olsun, hasar kontrolü yapmaya, kendi yaşantılarını en az hasarla geri kazanmaya odaklanmıştı. Yani Irak ve Suriye’de tutulan savaş esiri kadın ve çocukları kurtarmak için para toplamak, IŞİD’den kaçıp Türkiye’ye geçmiş çoğunluğu yabancı komünitelerin yaşamlarını sürdürebilecekleri kaynakları yaratmak, yerli topluluklarınsa güven içinde yaşayabilmesini sağlamak hâlâ esas öncelik durumunda.

IŞİD Horasan Vilayeti’nin güçlenmesi ve Afganistan’da elde ettiği nüfuzu dünyaya yaymak istemesi, bu kapsamda 28 Ocak 2024’te Sarıyer’deki Santa Maria Kilisesine düzenlenen saldırı da aslında bu ataleti kırmaya yetecek gibi gözükmüyor. IŞİD şu anda takipçilerine küresel ya da yerel bir vizyon sunamadığı, pratik kazanımlar (Sadece para ya da ganimetten değil, yeni bir yaşam, dünyevi adalet gibi daha zor kazanımlar da IŞİD'in Irak ve Suriye'de sunduğunu iddia ettiği şeyler arasındaydı) vaat edemediği için çok az kişiyi politik şiddet içeren eylemlere katılmak için güdüleyebiliyor.

“LİNÇLER IŞİD’E RAĞBET SAĞLAYABİLİR”

2011'den bu yana ülkeye yerleşen ve örgütlenen cihatçı yapıların, bu dönemde yapıp ettiklerinden ve etki güçlerinden hareketle, bu durum sizce gelecek açısından nasıl sorunlar barındırıyor? 

IŞİD’in fikirlerini ve pratikteki yaklaşımını kabul edilebilir bulan Türkiyeli Selefi gruplar, IŞİD’in topraktaki hâkimiyeti bitip örgüt bulanıklaşınca IŞİD'e desteklerini çekti ve Türkiye’deki kendi yaşantılarının güvenliği üzerine düşünmeye başladı. Yerli grupların IŞİD’e tamamen biat ettiklerini ve IŞİD’in emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getirdiklerini zaten hiçbir zaman görmemiştik; taraflar arasındaki ilişkiyi dönemsel bir ortaklığa benzetebiliriz. IŞİD’in dağılış sürecinde ortaya çıkan Türkiye Vilayeti yapılanmasının Türkiye’den 2017 sonrası personel bulamaması ve hiçbir şiddet eylemi düzenletememesi de bunu doğruluyor [Türkiye Vilayeti 28 Ocak 2024 Sarıyer Saldırısı için kendine paye biçse de bu eylemin Türkiye Vilayeti’nin kapasitesini anlamak için ölçü olduğunu düşünmüyorum].

Ancak IŞİD’in topraklarını kaybedip liderliğin belirsizleştiği, örgütün küresel bir fikre dönüşüp El-Kaide’ye benzer hale geldiği dönemde Türkiye’de iç tehdit algısı da yerli Selefi gruplardan yabancılara kaydı. Emniyet uzun yıllardır özellikle Türkiye’de yaşayan Iraklılar arasında IŞİD personeli aramayı sürdürüyor. Suriye’den gelmiş topluluklar arasındaysa IŞİD’in savunduğu fikirlerin bugüne dek çok popüler olduğunu gösteren bulgulara rastlanmadı. Ancak Türkiye’de ekonomik krizin giderek ağırlaşması ve Suriyeli topluluklarına yönelik öfkenin, Kayseri’de olduğu gibi şiddet eylemlerine dönüşmesi, adaletsizlik duygusu ve yılgınlığı artırıp IŞİD’in savunduğu değerlerin bu komünitelerdeki gençler arasında rağbet görmesine yol açabilir.