Dul Bayan Basquiat’da Jennifer Clement, Basquiat-Mallouk ikilisinin sanata ve New York’taki sanat camiasına, uyuşturucuya, ayrımcılık tehdidine ve ırkçılık karşıtlığına göbekten bağlı fırtınalı, bol kavgalı ve tutkulu birlikteliğine odaklanıyor. Bunu da Mallouk’un gözünden anlatırken isyanla, kabullenişle, reddedişle, aşk ve kopuşla şekillenen bir ilişkinin ortasına atıyor okuru.

Suzanne Mallouk’un gözünden Basquiat

ALİ BULUNMAZ

1960’larda başlayan sanatsal dönüşüm, 1970’lerde hızlanmış ve 1980’lerde zirve noktasına ulaşmıştı. Özellikle Avrupa’da ve farklı coğrafyalardan göç alan ABD’de, eski akımların yerine yenileri geçiyor, üretilen kavramlar dolaşıma giriyordu. 1960’ta Haitili ve Porto Rikolu anne ve babanın çocuğu olarak Brooklyn’de doğan Jean-Michel Basquiat, 1980’lerde neo-ekspresyonist ressam sıfatıyla adını duyurmuştu. Çokkültürlü bir ailenin evladı olan Basquiat; küçük yaşlardan itibaren resme merak salmış, çizgi romanları ve karikatürleri elinden düşürmemiş, sorunlu aile evinden ilk gençlik yıllarında kaçmış, sanat müzelerini gezmeyi hiç bırakmamış ve ünlü ressamların eserlerini dikkatle incelemişti.

“Sanat okuluna gitmedim. İlkokul ve lise dönemindeki resim derslerinde çok başarısızdım. Bakmayı ve görmeyi, sonra da sanatı öğrendim” diyen Basquiat, 1970’lerin ortalarından itibaren kendisini üne kavuşturacak punk üslubuyla yaşamını altüst eden her şeyi ve isyanını graffitilerine yansıtmıştı. Böylece en aşağıdan gelerek hızla yukarı tırmanırken çalışmalarında, sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı temalarla tanınırlığını artırmıştı.


1980’lerde şöhretli bir sanatçıydı artık; büyük galerilerde sergilenip satılan çalışmalara sahip olan, Andy Warhol’le kurduğu dostluk sayesinde derdini çok daha rahat anlatabilen ve beyazların ağırlığını koyduğu sanat dünyasında kendini yoğun baskı altında hisseden biriydi Basquiat. 1988’de sonunu getirecek uyuşturucuyla da bu ruh hâlindeyken tanışmıştı. Âdeta imzasına dönüşen taç motifiyle Afrika’nın sömürgeleştirilmesini ve ırk ayrımcılığını, hem bir gerçek olarak kabul eden hem de bu hakikate başkaldıran Basquiat, popüler kültür efsanelerinden birine dönüşürken “ben gerçek değilim” demişti.

Reddettiği geleneksel sanat ürünlerinin üstünü siyah sprey boyasıyla çizen, ikiliklerden ve çatışmalardan beslenen, pek çok disiplinden yararlanarak çizimler yaparken ırkçılığa, kapitalizme ve nobranlığa karşı çıkmak için kendisi olması gerektiğini söyleyen Basquiat’nın yaşamının dönüm noktalarından biri Suzanne Mallouk’la tanışmasıydı. Jennifer Clement, Dul Bayan Basquiat’da hem bu süreci hem de Mallouk’un gözünden sanatçıyı anlatıyor.

Bağımlılık, yaratıcılık, aşk ve örselenmişlik temalarıyla şekillenen kitapta Clement, ikilinin yaşamına (ve arasına) giren kişileri ve sanatsal sıçrayışları anlatırken fonda New York’un her renge bürünen sanat ortamına yer veriyor.

Gelgitli bir ilişki

Basquiat’nın “çizgi film karakterisin”, Rene Richard’ın ise “dul bayan” dediği Mallouk ile sanatçının çalkantılı ilişkisine yoğunlaşan Clement; yaşamları gerilimlerle ve arayışlarla dolu bu iki ismi sanat çevreleri ve New York etrafında anlatıyor. Tutku, uyuşturucu bağımlılığı, kavgalar ve aşk ise bahsi geçen ilişkinin hem lokomotifi hem de açmazları.

Kavga gürültüyle harap edilmiş bir çocukluk geçiren Mallouk ile aynı dönemi, kendisini bulmaya çalışarak tamamlayan Basquiat’yı buluşturan sürecin önemli dönemeçlerini getiriyor karşımıza yazar. 1970’lerin hareketli günleri ve 1980’lerin fluluğu da bu anlatının arka planında yer alıyor.

Evden kaçma hayaliyle yanıp tutuşan Mallouk’un yaşamından kesitler sunuyor Clement; New York’a gelmeden önce ve geldikten sonra hayatının nasıl değiştiğini, annesiyle kurduğu ilişkiyi ve babasından gördüğü şiddeti okuyoruz. Ardından, “geceyi sever, gündüzden hiç hazzetmezdi” dediği Basquiat’yla tanıştığı dönemi… Basquiat’nın, çalıştığı bara giderek iki ay boyunca izlediği Mallouk’la yakınlaşması ise fazla uzun sürmüyor.
Kitapta Mallouk, kısa sürede derin bir ilişki kurduğu ve zaman zaman dengesizleşen Basquiat’ya dair hayatî belirlemeler yapıyor: “Her şeyden çok zekâyı ve acıyı çekici bulurdu. Kendisi gibi sessiz sedasız içsel bir acıya göğüs geren insanlara karşı zaafı vardı. Kendilerine özgü bir bakış açısı olan benzersiz tiplere bayılırdı.”

Basquiat, her ne kadar Mallouk’a “evimsin” dese de ikilinin ilişkisi gelgitlerle şekilleniyor. Sahip oldukları derin yaralar, ikiliyi birbirine yakınlaştırıp birbirinden uzaklaştırıyor. Uyuşturucuyu da unutmamak lazım: “Jean her zaman uyuşturucu kullandı, hiç ara vermedi. Avrupa’ya, Japonya’ya ya da yeni bir yere gittiğinde birkaç saat içinde istediğini nereden bulacağını öğrenirdi. Bir tür radarı vardı sanki. Bir keresinde beni almak için Kanada’ya geldi, beş dakika sonra kardeşimin motoruyla uyuşturucu satın almaya gidiyordu.”

‘Kendimi bir sanat maskotu gibi hissediyorum’

Resimlerini cazdan esinlenerek çizen, beyaz sanat dünyasında bir siyah olarak tutunmaya uğraşan, sık sık ortadan kaybolan, hayatında müziğin önemli bir yeri bulunan, tuhaf takıntılar geliştiren, kendisine “sadist” diyen Mallouk’un gözünü korkutmayı seven ve oyuncaklara düşkün olan Basquiat’nın dünyaya bakışını yaşanmışlıklardan hareketle anlatıyor Clement.

İnsanların “graffiti sanatçısı” ve “ilkel” dediği, etrafındakilerin onun için çocukluk hikâyeleri icat ettiği Basquiat’nın yaşamına ve sanatına yön veren şeylerin başında simgeselliğin geldiğini görüyor Mallouk: “Her şey simgeseldi onun için. Giyinme tarzı, konuşma tarzı, düşünme tarzı, görüştüğü kişiler. Onun için her şey verimli olmalıydı, yoksa yapmanın bir anlamı yoktu, tavrı her zaman alaycıydı. Jean her zaman kendisini dışarıdan izler ve gülerdi. (...) Hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenmezdi. Her fikir, her inanç, her norm süratle incelenir ve sanatına malzeme olurdu.”

“Kendimi bir sanat maskotu gibi hissediyorum” diyen Basquiat’nın hızla zirveye çıkışını ve düşüşünü hatıralarıyla anlatıyor Mallouk. Zenginleştikçe farklı davranan, âdeta şımarık çocuğa dönüşse de insanların yüzüne ırkçılıklarını her fırsatta vurmaktan vazgeçmeyen bir Basquiat bu.

Egosu da sanatıyla beraber büyüyen Basquiat, Andy Warhol’e ve Madonna’ya hem ünlendiği hem de ünlülerle çok vakit geçirdiği ve kendilerini geliştirdiği için sonsuz bir saygı duyuyor. Tıpkı onlar gibi birer efsane olmayı istiyor ve bunun için elinden geleni ardına koymuyor; şatafat, sanatsal çalışmalar, sansasyon ve Warhol’ün defalarca bırakmasını söylediği uyuşturucu… Mallouk ise bu karmaşada, oradan oraya savruluyor. Basquiat’nın 12 Ağustos 1988’de aşırı dozdan ölümüne kadar sürüyor bu gerilimli ilişki ve Mallouk, bu tarihten sonra New York sanat çevrelerinden geri dönmemek üzere uzaklaşıyor.

Dul Bayan Basquiat’da Clement, ikilinin sanata ve New York’taki sanat camiasına, uyuşturucuya, ayrımcılık tehdidine ve ırkçılık karşıtlığına göbekten bağlı fırtınalı, bol kavgalı ve tutkulu birlikteliğini Mallouk’un gözünden anlatırken isyanla, kabullenişle, reddedişle, aşk ve kopuşla şekillenen bir ilişkinin ortasına atıyor okuru.