Tahta masa
Bakkalımızı kaybettik, dostumuzdu, yoldaşımızdı, rengimizdi, okuryazardı, Evrensel, BirGün, Cumhuriyet ve Oksijen gazetelerini okurdu, markette satılmayan içkilerle doluydu rafları.
Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı mı hâlâ? Hicvin, eleştirinin, şiirin buluştuğu biricik adlardan Ferhan Şensoy’un oyununun adı, Ortaoyuncular tarafından 1990’da sahnelenmişti. Ferhangi Şeyler’den kalan pek çok ad, kitap, oyun gibi o da artık oynanmasa da unutulmazlar arasındaki yerini çoktan aldı. Şensoy’da nasıl bir öngörü varsa, oyun olarak sahneye koyduğu her şeyin aslı çıktı! Demem o ki, bir bir gerçek oldu! Devridaim olsun, anısı, yapıtları uzun sürsün.
İstanbul’da Paşalimanı’nda otururken Hacı Bakkal evin altındaydı, içki satmazdı, Seyhan Erözçelik kafasına estiği saatlerde gelirdi, zaten yükünü almış olurdu, üstüne birayla cila çekmek ister, bakkaldan bira isterdi. Geldiğini bakkaldan yükselen seslerden anlar, kapıyı açardım, “Seyhan gel, evde bira var!” Sonunda küstü gitti! Birasız bakkallara küsmeye değer miydi, evde vardı işte!
Cihangir’de iki bakkalımız vardı, biri oturduğumuz apartmanın tam karşısında, köşedeki, Konya Karapınarlı Ahmet Ağabey ile eşi Ümran Yenge’nin, o yıllarda ortaokula giden güler yüzlü oğulları vardı bir de, onlardan tekel alırdık, yani rakı, sigara, ekmek ve gazete. Bizden önce terk ettiler mahalleyi, memlekete döndüler. Yine de yıllarca orada tutunmaları Ümran Yenge sayesindeydi, Ahmet Ağabey Allahlıktı. Bakkal da şarapçı oldu, güzel şaraplar içtik oradan.
Şimdi evimiz Karadeniz kıyısında Uskumruköy’e bağlı bir sitede. Marketimiz de içki satmayanlardan! Nerden buluyorlarsa böyle marketleri! Sigara haram değil ama onu satıyor! Şimdi CHP’nin kazandığı kimi belediyelerde içki de sunulacak diye, yobaz tayfası yaygaraya başladı!
Yazının başlığı “Tahta Masa” da esrik bir şarkıyı çağrıştırıyor, Timur Selçuk’un Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirinden bestelediği ve en güzel, en hisli, en koyu yine onun söylediği “İspanyol Meyhanesi”, şöyle başlıyor: “Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap”. Bakkalı düzenlemeden önce, hep oturduğu bir tahta masası varmış, dostlarını da orada ağırlarmış sitedeki bakkalımız.
Bakkalımızı kaybettik, dostumuzdu, yoldaşımızdı, rengimizdi, okuryazardı, Evrensel, BirGün, Cumhuriyet ve Oksijen gazetelerini okurdu, markette satılmayan içkilerle doluydu rafları. “Sen nasıl şairsin, hiç içmiyorsun!” derdi bana, “Gençken çok içtik, sırayı savdık!” derdim ben de.
Doğal olarak “ne olacak bu memleketin hali?” sorusu bizim de sorumuzdu ve hemen her gün konuşurduk onunla. 14 Mayıs’ta sandık görevlisiydik, gece eve dönerken uğradık “İlk sonuçlar iyi” dedi Haluk Şazi Demir, bakkalımız, “%52-53’le kazanıyoruz!” Eşimle birlikte çok sevindik tabii, “Haluk” dedim, “ver o zaman bir göbek rakısı!” Parayı da peşin saydım! Sevinçle eve gittik, bir-iki mezeyle, İdil’in özel günlerde çıkardığı küçük kadehlerde rakıyı şerefe kaldırdık, Halk TV’yi açtık...
Sonrası malum! O kadehlerdeki rakılar içilemeden kaldı, göbek rakısı içildiğiyle değil açıldığıyla kaldı! 31 Mart gecesi bu kez kazanmanın mutluluğuyla içelim diye buzdolabından çıkarırken elimden kaydı, gitti güzelim rakı! Bunu anlatmak isterdim Haluk’a.
Çok okuyordu, zaman zaman kitap veriyordum ona, üst üste verdiğim iki kitap mübadele romanlarıymış, okumuş ama merak da etmiş niye onları verdiğimi! En son Elif Akpolat’ın Kırmızı Kedi’den çıkan Unutmak romanını verdim, pek beğenmişti.
5 yıldır tanışıyoruz, bir kez olsun şiir yazdığını söylemedi, meğer defterleri varmış ve onlara yazarmış, ardından bir şiiri paylaşıldı, şu dizelerle bitiyor: “son kez baktığında/bir çift ayakkabıya/içinde olmadığını göreceksin/ayaklarının/kalabalık gözlerde de/artık olmadığını/"gidenin sen olduğunu".
Varlığı renkti, coşkuydu, ışıktı.