Taner Öngür: Her şey güzel olacak
Moğollar’ın bas gitaristi Taner Öngür, Işıl Işıl Sahne’nin konuğu oldu. Usta müzisyen, “Can Yücel’in bir şiiri vardı: Umut bir denizanası gibidir; bir açılır, bir kapanır, bir açılır, bir kapanır. Şimdi biz, kapandığı dönemin sonuna doğru yaklaşıyoruz. Az kaldı, açılacak. Her şey güzel olacak. Kim ne derse desin" dedi.

Işıl CALIŞKAN
Moğollar’ın bas gitaristi Taner Öngür, Işıl Işıl Sahne’nin konuğu oldu. Usta müzisyen, “Can Yücel’in bir şiiri vardı: Umut bir denizanası gibidir; bir açılır, bir kapanır, bir açılır, bir kapanır. Şimdi biz, kapandığı dönemin sonuna doğru yaklaşıyoruz. Az kaldı, açılacak. Her şey güzel olacak. Kim ne derse desin” dedi.
Türkiye’nin müzik tarihine “Anadolu’nun sesini evrensele taşıma” misyonuyla damga vuran usta müzisyen Taner Öngür, 60 yıllık sanat yolculuğunda bir efsanenin ötesinde, bir kültür elçisi. 14 yaşında, sinema perdeleri arasında başlayan müzik serüveni, Volkanlar grubunun coşkulu performanslarıyla filizlendi. O dönemin renkli sahnelerinde, İtalyan melodileriyle Beatles’ın nağmelerini harmanlayan bu genç müzisyen, bugün Anadolu pop ve rock’ın kurucu babalarından biri olarak anılıyor.
Bu yolculuk, bir müzik hikâyesinin yanında; Anadolu’nun protest ruhunu, dayanışmasını ve direnişini notalara dökme çabasıydı. Moğollar’la birlikte "Anadolu pop" adını verdiği akımı bir manifesto haline getiren Öngür, 1993’te "Anadolu rock" terimini de ortaya atarak Türkiye’nin müzik haritasını yeniden çizdi. Ancak onun için asıl önemli olan, "dürüstlükten ve özünden taviz vermeyen" bir müzik anlayışını nesillere aktarmak. Bugün Roxy Müzik Günleri’nde genç müzisyenlere yol gösterirken bile, "Umudun bir denizanası gibi açılıp kapandığını" hatırlatıyor.
Usta sanatçıyla serüveninde bir yolculuğa çıktık.
60. sanat yılınızı kutluyorsunuz. Neler hissediyorsunuz?
Evet, 1964 yılında profesyonel olarak başladım. 14 yaşındaydım. Volkanlar adında bir grubumuz vardı. Filmlerden önce şovlar yapılırdı. Şehzadebaşındaki Kulüp Sineması'na başvurduk. Sinemanın sahibi rahmetli Latif Tatari, "Tamam, hadi çıkın bir çalın" dedi. Bir film öncesi çıkıp çaldık, sinema sahibi, “Tamam artık burada çalışıyorsunuz. Adam başı 10,5 lira veririm” dedi. Çok keyifliydi. O dönemde her şey çok renkliydi. İtalyanca şarkılar, Beatles şarkıları, ne varsa… Her gün çalıyorduk.
Sinemada çalma kültürü de ilginç bir kültür. Şu an günümüzde yok.
Evet, çünkü o dönemde bir de Site Sineması vardı. Orada rahmetli İlham Gencer çalardı. Üst katında ise "Çatı" adında bir kulüp açmıştı. Fakat o, bizden önceki kuşaktandı. Piyano, kontrbas, davul, saksafon gibi enstrümanlarla canlı müzik yapılıyordu. Bazen de reklam alırlardı. Filmlerden önce bir parça çalınır, sonra da “Hanımlar, bilmem ne çamaşır suyu kullanın” gibi bir reklam jingılı çalardı, yani canlı reklam.
Çok nostaljik hissettirdi bu anlattıklarınız.
Şehzadebaşı Kulüp Sinemasında, Fatih, Laleli, Beyazıt, Süleymaniye gibi semtlerden gelen insanlara çalıyorduk. Sihirbazlar çıkıyor, onlara çalıyoruz. Akrobatlar çıkıyordu cumartesi geceleri; Orhan Boran, Erkan Yolaç, Şevket Uğurluel orkestrası çalardı. Yurtdışından sanatçılar gelirdi, çok renkli ve çeşitli bir yerdi.
Şimdi nasıl görüyorsunuz? O renklilik hâlâ var mı, o dönemdeki gibi?
Hayır, o saf, masum ve naif eğlence artık yok. Şimdi her şeyin bir formatı var. Okullardaki müzik gruplarına bakıyorum, orada da öğretmenler, müdürler bir konuşma yapıyor, her şey çok ciddi. Sanki her şey siyasiymiş gibi, aşırı ciddiye alınan bir hale gelmiş.
Size Anadolu popunun mucidi diyebilir miyiz?
O müzik zaten yapılıyordu. Altın Mikrofon yarışmaları da 1963-64 yıllarında başlamıştı. Oradaki kural şuydu: Türk halk müziği türküsünü veya bir Türk sanat müziği şarkısını alıp batı sazlarıyla yorumlamak. O dönemin katılım kuralı buydu ve bu, Türkiye’deki müzik dünyası için çok önemli bir şeydi. Sonrasında, 1968-69 yıllarında Fikret Kızılok minibüsüyle Sivrialan köyüne gitmişti. Aşık Veysel’le 2-3 gün kaldıktan sonra "Söyle Sazım" şarkısını yapmıştı. Barış Manço, Belçika’dan geliyordu ve "Dağlar Dağlar"ın ilk denemelerini yapıyordu. Erkin Koray, Cem Karaca ve Moğollar gibi gruplar, zaten bu akımın öncüleriydi. Esin Avşar ve Modern Folk Üçlüsü de böyle bir akımın içinde yer alıyordu. Biz, Moğollar olarak, kendi yaptığımız müziğe "Anadolu pop" dedik. O lafı, turnenin sonunda ben söyledim. Bir de şöyle bir karar aldık: Smokinlerle falan sahneye çıkıyorduk, halka temiz ve düzgün çocuklar imajı vermek için. Dedim ki, "Yeter, bir turnenin sonunda cepken falan bulmuştuk, kuşaklar, falan... Hadi böyle şeyler giyelim, ‘Anadolu pop’ diyelim." Yeni parçalar yapmıştık: "Dağ ve Çocuk", "İmece", "Yalnızlığın Acıklı Güldürüsü" gibi. Turneden döndük, kayıtları yaptık, plak çıktı, kıyafetlerimizi ayarladık ve basın açıklaması yaptık. "Artık Anadolu pop yapıyoruz" dedik. Sonradan bu, bir klişe haline geldi. 1976’ya gelindiğinde Moğollar, faaliyetlerini durdurmuştu. 1993’te tekrar bir araya gelip başladık, ama pop kelimesi o zaman çok hasar görmüştü. O dönemde rock ön planda olmaya başlamıştı. Ben de dedim ki, "Anadolu pop değil, Anadolu rock diyelim." O lafı da ben söyledim. Moğollar’la ilgiliydi, ama sonradan Haluk Levent gibi isimler de bu kategoriye dahil edildi, ki aslında çok da yanlış sayılmaz.
Aslında müzik türünden ziyade bir toplumsal hareket de var burada, değil mi?
Ben bunu zaten 1969’daki basına da söylemiştim. Anadolu pop bir misyondur. Peki, nedir bu misyon? Anadolu’nun ve Türkiye’nin çağdaş dünyayla bütünleşmesi. O misyon hâlâ devam ediyor, tamamlanmadı.
Moğollar ile de 58 yıl olmuş. Moğollar’ı bir insan olarak düşünürseniz, nasıl bir karakteri var?
Tavizsiz, kendi yolunda taviz vermeyen bir yaklaşımımız oldu. Müzik dünyasında ne olursa olsun, paraya, şöhrete, başka şeylere tamah etmeyen bir tutum sergiledik. Bu Anadolu kültürünün getirdiği bir şey. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel’in sözleri bunlar… Biz, laf olsun diye onları almadık, özümsemeye çalıştık. Dürüst, ayakta kalmak, kimseye minnet etmemek bizim Anadolu kültürümüzün iyi taraflarıydı. Bunları yaşamaya çabaladık. Sahte insanlardan, söylediklerinin tersini yapanlardan uzak durmaya çalıştık. Şimdi bu tip şeyler yaygın ama biz ısrarla duruyoruz. Bir de rock kültürünün de bir özelliği var, o da protesto etmek, isyan etmek, insan hakları, kişisel haklar ve toplumsal haklar mücadelesini vermek. Bu kavramları hep yaşadık, dayanışmayı, işbirliğini, yan yana durmayı… Bütün bu kavramları müziğimizde ve hayatımızda hep yaşadık.
Günümüzde en iyi anlatan Moğollar şarkısı hangisi?
Son zamanlarda akustik gitarla evde çalışıyorum. "Ters Pabuç" diye bir şarkımız vardı, 1994’te yapmıştık. "Sinirlerim bozuldu, sanırım hep böyle gidecek. Belki daha da kötü. Nedendi bütün bunlar, her şey boşuna mıydı?" gibi sözler var. Bugün biraz böyle bakıyoruz ama umutsuz da değiliz. "Umut yolunu bulur" isimli bir şarkımız da var zaten. Umut konusu açılınca aklıma bir şey geliyor. Can Yücel’in iki satırlık bir şiiri vardı: "Umut bir denizanası gibidir; bir açılır, bir kapanır, bir açılır, bir kapanır." Şimdi biz, kapandığı dönemin sonuna doğru yaklaşıyoruz. Az kaldı, açılacak. Her şey güzel olacak. Kim ne derse desin.
Moğollar şarkıları aslında bir anlamda zamansızlıklarıyla da biliniyor. O şarkıları zamansız kılan nedir sizce?
Bazı şarkılarının zamansız olması güzel bir şey. Mesela "Sihirli Ay" gibi enstrümantal parçalar var, güzel şeyler. Ama "Bir Şey Yapmalı" isimli şarkının hâlâ etkili olabilmesi üzücü bir şey. "Bir Şey Yapmalı"yı ne için söyledik? Aslında Susurluk olayından sonra şarkı insanlar tarafından sahiplenildi. Sonra bir baktık ki, "Aydınlık için bir dakika karanlık" kampanyası başladı. "Her evden bir şey yapmalı" diyen sesler yükselmeye başladı. Bunu biz kimseye söylemedik, halk bunu seçti çünkü öyle bir ihtiyaç vardı. 1993-94’tü, geldik, 2024’te hâlâ aynı şarkı geçerli. Yani bu üzücü bir şey. Keşke çalma ihtiyacı duymasak, bu şarkılar artık çalınmasa, "Ayıp oluyor" falan diyebilsek ama ne yazık ki diyemiyoruz.
Roxy Müzik Günleri’nde de jüri üyesisiniz. Bu proje gerçekten çok özel bir proje. Bir sürü müzisyen kazandırıyor aslında sektöre.
Türkiye’de yıllardır, ta Altın Mikrofonlardan beri yarışmalar yapılır. 1994’te başladık, bu çok önemli bir şey. Mesela, Teoman ilk orada bir isim yaptı. Hayko Cepkin, Aylin Aslım da öyle. Saymakla bitmez. Yıllar geçtikçe, eskiye göre çok daha fazla ilgi olmaya başladı. Eskiden sadece İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler katılırken, şimdi Nevşehir’den, Muş’tan, şuradan, buradan katılım oluyor. 400-500 kişi katılıyor, bazılarını dinliyorum, neler yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum. Sonuçta 12 isim finale kalıyor. Oraya katılınca birinci olmak, meşhur olup para kazanmak gibi bir şey yok. Ama herkes birbiriyle tanışıyor, bir kültür oluşuyor.
Not: Söyleşinin tamamı bu akşam saat 20.00 itibarıyla BirGün TV’de yayınlanan Işıl Işıl Sahne programında.