Google Play Store
App Store

Bu uygarlığın en büyük zayıflığı, Julia Kristeva‘nın ‚Crisis of the European subject‘te yazdığı gibi, gittikçe sadece üretimi ve ticareti öne çıkartan bir özgürlük anlayışına yaslanması. Kristeva, gerçekte Avrupa özgürlüğünün“nesneler, bilgi ve üretim“le ortaya çıkan arzu özgürlüğü ile samimiyet ve mistik katılıma çekilme özgürlüğünün birleşimden doğduğunu söylemişti. Şimdi bu iki özgürlük kanalı bölünmüş durumda. Bölündüğü için de sahte arzuların dizginsizliği, üretimin robotlaşması sonucunda yabancılaşma, sosyal güvenceden yoksunluk, aptallaştıran medyanın da katkısıyla derinleşen sosyal çürüme, kayıtsızlık, bütün bunların sonucunda yayılan yeni ruhsal hastalıklar ve yine bir salgın olarak tarif edilen acı verici narsisizm ile hareketsizleşme ana meseleler haline geliyor.

ÖLÜMÜ KABULLENMEK

Bütün bu koşullar altında yeni bir dünya savaşı ihtimali konuşuluyor. Freud, savaşın insan psişesine etkisi üzerine yazmıştı, ama uygarlığın şu an geldiği koşulları bilseydi ne derdi acaba? Ölüm artık doğal bir olay gibi algılanmıyor. Elizabeth Roudinesco, ‚Psikanaliz Sevdalısının Sözlüğü‘ndeki ‚savaş‘ maddesinde şöyle yazmıştı: „Bilinçdışımız ölümün kendisinin temsiline ulaşamaz, bir şekilde ölümü kabullenmek için onu oyun dışı bırakması, hatta idealize edilmiş bir kahramanla özdeşleşme yoluyla ölümü bir tiyatro oyunu haline getirmesi, ölümün varlığını inkâr etmesi gerekir. Oysa çağdaş savaşın yığınları yok edici gücü insana, ölümün gerçekliğinden kendisini koruyabilecek hayallere başvurması imkânını vermemektedir.“

Hayal ve fantezi farklı şeyler; biri gerçekliğe yaratıcı bir biçimde katılırken, diğeri gerçekliğin inkârı üzerine kuruludur. Hayallerin fantezilerle yer değiştirmesi, ölümün kabullenilmesini daha da zorlaştırdı. Bu yüzden yeni bir dünya savaşının, önceki savaşlara göre çok daha yıkıcı olacağı kesin.

Önceki çağlarda doğal ya da savaş nedeniyle ölümle karşı karşıya kaldıklarında, insanlar çocuklarında, torunlarında, yaptıkları işlerde veya parçası oldukları uygarlığın simgelerinde sembolik olarak hayatta kalacaklarına inanıyorlardı. Ölümün ardından yas aracılığıyla uzlaşma ve yeniden hayata bağlanma gerçekleşirdi. Toplumsal bağların zayıflaması ya da kopması, herkesin tekil bir hayata doğru çekilmesi, sembolik olarak hayatta kalmanın önemini zayıflattı. İnsan, artık ölüm karşısında daha çıplak. Lübnan‘a yapılan saldırılar, Lübnan‘da yaşayanlara ne olacağından daha çok herkesin kendisini nasıl etkileyeceğine dair endişeleri kışkırtıyor sanki.

DEPRESİF ACI

Hanna Segal, ‚Psychoanalysis Literature and War‘ kitabında, savaş durumlarında bilinçdışımızdaki bütünleşmemiş dehşetleri ortaya çıkardığını, sadece düşmanı insanlıktan çıkarmadığını, kendimizin de insanlıktan çıktığımızı yazmıştı. Düşman ya canavarlaştırılır, ya da küçümseyip aşağılanır. Bütün bu yansıtmalar savaş sonrası geriye çekildiğinde depresif bir acıyla karşılaşır insan, galip ya da mağlup olsun. Kendi yıkıcılıklarıyla, iç çatışmalarıyla ve suçluluklarıyla yüzleşmek zorunda kalınır. Manik savunmalar, megalomaninin yeniden canlanması ve ardından paranoyanın geri dönüşüyle depresif acı derinleşir. ABD‘de uzun yıllar Vietnam savaşının acıları ve suçluluğu kabullenilmemişti, sonradan pek çok film ve edebi ürünle, psikolojik ve sosyal açıdan savaşın yıkıcı sonuçları kısmen incelendi, etkileri araştırıldı, ama hiçbir ders çıkarılmadı. Ortadoğu‘da yaşananlar da daha sonra belki anlaşılmaya ve sindirilmeye çalışılacak. Hanna Segal, Körfez savaşından bahsettiği yazısında şöyle demişti: „Tarihlerini hatırlamayanlar onu tekrarlamak zorundadır, ancak tarihin gerçekliğiyle yüzleşmek bizi en dayanılmaz olana maruz bırakır. Eğer savaşların sonuçlarıyla yüzleşecek cesareti göstermezsek manik ve şizoid savunmalarımız, bizi bu gerçeklere karşı kör edecek ve daha fazla felakete götürecektir.“