Türkiye, 1990’ların başında uluslararası bir mahkemenin yargı yetkisini kabul etti. Bu, devlet olarak yargılanmayı ve o mahkemenin verdiği kararlara uyacağını ilan etmek demekti. Neredeyse yarım asır evvel imzalanmış, Türkiye’nin “ilk imzacısı” olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 20. maddesi temelinde kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi idi bu mahkeme. Her şey “normal” görünüyordu.

Ancak 1990’lar, başka bir dönemin de başlangıcıydı. PKK’nın artan saldırıları, artan şehitler, devlet cephesinde kısa zamanda “terörle mücadele” adı altında bir askeri konseptin hayata geçirilmesi sonucu, Türkiye’nin doğusundaki köylerin yakılması, boşaltılması, hapishanelerin doldurulması, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar patladı.


Bu patlama, mahkemenin yargı yetkisini kabul etmiş Türkiye’ye karşı açılan davaların da artışı, ardından devletin AİHM’de art arda mahkum edilmesiyle sonuçlandı. İşkenceden insan öldürmeye, gözaltındaki bir bireyi kaybetmekten gazeteleri ve siyasi partileri kapatmaya, hatta gazete binalarını havaya uçurmaya dek bir dizi insanlık ve demokrasi dışı olay yaşandı.

Bahsettiğimiz askeri konseptin “sivil” ayağında kararlıca duran bir profesör, kadın başbakan birkaç ayda bir yol ayrımına gelmişti. Artan mahkumiyet kararlarının gereğini yerine getirmek demek, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne asgari saygıyı ve daha bir iki yıl evvel AİHM’in yargı yetkisini tanımış olmaktan kaynaklanan yükümlülüklere uymayı gerektiriyordu. Ancak o, kendince kurnaz başka bir yol seçti.

Kurmaylarıyla yaptığı bir toplantı sonunda etrafında toplanan gazetecilere, “AİHM tazminatını öder, kurtuluruz” deyiverdi. Oysa tazminat ödemek, AİHM’in mahkumiyet kararlarının en önemli parçası değildi. Tazminat ödemekten öte, ihlal kararının gereği olarak Anayasa başta olmak üzere iç yasaları düzenlemek, işkenceye son vermek, güvenlik görevlilerinin günaşırı insan öldürmesini veya gözaltında insan kaybetmesine son vermek demekti. Ama kadın başbakan işte bunları yapmak istemiyordu.

Türkiye 2000’li yılların başında “uyum yasaları” ile iç mevzuatını güya AİHS ile uyumlu hale getirdi. Ama ne bu mahkemedeki mahkumiyetler, ödenen tazminatlar ne de Türk halkının şikayetleri azaldı. Hatta Türkiye bu mahkemeye “en çok şikayet edilen” ve “en çok mahkum edilen ülke” unvanlarını neredeyse hiç yitirmedi (Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin verilerine göre, 31 Aralık 2020 itibarıyla AİHM’in “uygulanmayı bekleyen” karar sayısı 5.233, “en çok uygulamayan ülkeler”de Rusya 218 karar ile birinci, 103 karar ile Türkiye ikincidir).

Aradan çeyrek yüzyıldan da fazla bir zaman geçtikten sonra, görevleri gereği AİHS madde 46’yı ve özellikle Türkiye’nin ’90’ların başında altına imza attığı “bireysel başvuru yetkisini tanıma” beyanını hatırlatan 10 ülke büyükelçisine yapılanlara bakınca, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi Tansu Çiller’in bıraktığı yerden daha geriye götürdüğünü herkes görüyor.

Üstelik sorun, Kavala ve Demirtaş gibi “ünlü” tutuklulardan ibaret de değil, ”adsız-sansız” sayısız insan hapishanelerde “AİHM kararının yerine getirilmemesi” nedeniyle çürümeye devam ediyor.