Kötülerin sırtları sıvazlanırken, bizlerin iyi olması mümkün müdür? Ve çözümsüzlük büyürse, kangrene dönüşür. Yaraların sarılması ise, sadece ve sadece gerçek adalet ile gerçekleşir

Tekerrür, nefreti büyütür

> ALPER TURGUT

Memleketin başkentini vuran ve insanlarımızın tatlı canını alan intihar saldırıları, yüzlerce kilometre uzakta da olsak, resmen bizi de yaktı, kavurdu. Bu büyük bir travma, artçılarından çekindiğimiz deprem misali, sürekli bir şok hali… Artık ne uykumuz uyku, ne gülümsememiz gülümseme, tüm günümüz tatsız, tuzsuz, huzursuz… Konuşmak bile gelmiyor, insanın içinden, sohbetler tıkanıyor. Bu büyük bir boşluk hissi, işte tam tekmil eksiklik… Türkiye’deki en büyük katliam bile birleştirmedi bizleri, yine ayrıldık, yine bizimkiler, sizinkiler, yine bunlar, onlar, şunlar… Konya’daki milli maçta, kaybettiklerimiz için yapılan saygı duruşu bile yuhalanırken, canlı bombaların, kan gölüne çevirdiği alana, Demokrasi Meydanı adını vermek, acıklı bir ironi olsa gerek. Hah! Yayın yasağı da geldi, elbette… Bırak gazeteleri, televizyonları, katliamı dillendirmek, sosyal medyada dahi yasak, üstelik bu kez, eleştirmek de yasak. Sansür zaten, biricik gerçeğimiz, sorunları çözmek yerine, üstünü kapatmak veya hasıraltı etmek ise, kadim tercihimiz.

Şiddet, dehşet ve vahşet, korkudan çok, öfkeyi büyütüyor, bardağın dolu tarafı, boş tarafı kalmadı, bardak taştı, tahammül eşiği düştü, bildiğin yerlerde sürünüyor. Mutsuzluk ve umutsuzluk çoğalırken, hissizlik de ona eşlik eder, ne yazık ki. Uyuşmak ve vurdumduymaz olmak, geleceğimiz olamaz, asla. Acıları ve ölümleri sıradanlaştırmak, öncelikle yitirdiklerimize ayıptır, gerçekten yazıktır, yazık. Farkında olacağız, hep hatırlayacağız, unutmayacağız, unutturmayacağız. İngiltere, 1972 yılında, bir Pazar günü, Kuzey İrlanda’nın Derry kentinde, bir katliama imza atar, silahsız 14 kişi, vurularak öldürülür. Tarihe Kanlı Pazar olarak geçer bu kıyım ve 2002 yılında çekilen Bloody Sunday (Kanlı Pazar) filminin, kuşkusuz en vurucu repliğidir: “Adalet yerini bulana dek, huzur bulmayacağız.” Evet, adalet yoksa, barış da yok. Suruç Katliamı’ndan yaralı kurtulan Loren Elva yazmıştı ya; “İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın.” Çünkü ortada isyan ettiren bir haksızlık var, çünkü insanlarımızın yaşama hakları çalınmış. Nasıl iyi olunur? Kötülerin sırtları sıvazlanırken, bizlerin iyi olması mümkün müdür? Ve çözümsüzlük büyürse, kangrene dönüşür. Yaraların sarılması ise, sadece ve sadece gerçek adalet ile gerçekleşir.

Tekerrür kelimesi, bendeki nefreti büyütür oldu. Sivas Katliamı’na dair çekilen tek film olan Madımak: Carina’nın Günlüğü’nü eleştirmiştim geçenlerde; “Filmde bir sahne var, gençler neşeyle, otobüs yolculuğu yapıyorlar Sivas’a doğru, aklıma düştü, daha sayılı gün önce, aynı neşeyle ve yine otobüsle Suruç’a giden delikanlılar ve genç kızlar… Ah! Dönüşü olmayan yolculuklar.” Ankara’da yitirdiklerimizin, neşeli ve coşkulu otobüs yolculuğuna dair, fotoğrafları ve videoları da düşmeye başlayınca internete, lanet olsun dedim, lanet olsun, tarihe de, tekerrüre de… Sevdiklerimizi öldüren seferler, hep mi aynı şey, yeter, vallahi yeter, billahi yeter.

Madımak: Carina’nın Günlüğü’ne büyük tepkiler geldi, özellikle katliamda yaşamlarını yitirenlerin yakınları, filmi beğenmedi, eksik ve yanlış buldu. Ben de noksan ve amatör bulmuştum, lakin yine de izlenmeli demiştim. Çünkü sinemamız, birkaç özgün proje dışında, ucuz komedilere, cin filmlerine, sabun köpüğü romantik işlere kaldı. Oysa tonla öyküsü ve yaşanmışlığı var coğrafyamızın, birçok kırım var, çokça acı var. İşte tam da bu gerekçeyle, gelecek kuşakların da bilmesi, anlaması ve aynı hatalara düşmemesi için çekilecek filmlere ihtiyacımız var. Bakın, başta Hollywood ve devamında Avrupa sineması, hiç Yahudi soykırımını unutturuyor mu? Her sene filmler çekiliyor, istisnasız. Toplumsal hafızamız adına, kısa filmler, belgeseller ve uzun metraj kurmacalar, kesinlikle gereklilik. Elbette, eğip bükmeden, yanlı ve yanlıştan kaçınarak, mümkünse cellattan değil, kurbandan yana olarak, mağduru daha da mağdur etmekten sakınarak… Çünkü emperyalistler, sinemayı bir silah gibi kullanıyor, önce katledip, ardından da haklıyız demeye getiriyor. Yani hem suçlu, hem güçlü…

Usta Yönetmen Brian De Palma’nın çektiği Örtülü Gerçek (Redacted-2007) filminde, ABD askerlerinin, Irak’ta baskın düzenledikleri evin, 15 yaşındaki kızına tecavüz etmeleri ve ardından tüm aileyi katletmesi konu alınır. Filmine, ABD’nin gerçekleri, kendince düzelttiği için “Düzeltilmiş” adını koyduğunu söyler De Palma, ancak rejisörü, kötü bir sürpriz beklemektedir. Filmin yayıncısı, Venedik’te en iyi yönetmen ödülünü kazanan yapıtı sansürler, pardon düzeltir. Örtülü Gerçek’te yargılanan asker, şaşkındır. “Ne yani?” diye sorar, “Ateş etmek, öldürmek ve bombalamak serbest, ama tecavüz etmek değil, öyle mi?” Evet, masumların katlinin sıradanlaştırılması ve suç bile sayılmaması, örtülü gerçek değilse, nedir?

Gelelim, canlı bombalara… İntihar saldırılarıyla ilgili en etkileyici film, Vaat Edilen Cennet’tir (Paradise Now-2005), kuşkusuz. Sonrasında benzer mevzuları eşeleyen, birçok film daha çekildi. Ortadoğu’dan, 1990’larda bize ulaştı, bu canlı bomba meselesi, geldi ama gitmek bilmedi. Hala acısını çekiyor, hala yeni bir patlamaya kadar, korkuyla bekliyoruz.