Temel çelişki
Bu yüzyılın başında, henüz AKP yokken ve CHP ana muhalefet değil bir hizip olarak görülürken, İhsan Aktaş, Tevfik Göksu ve Mustafa Şen’le 1 Mayıs gösterilerinde saksıdaki çiçeği tekmeleyen eylemci görüntüsünü konuşuyorduk. O yıllarda üzerinde en çok analiz yapılan, en çok tartışılan konulardan biriydi bu görüntü. Bir insan neden şehir süsü olan saksıdaki çiçeği tekmeler?
“Çünkü o İstanbullu değil” dedim. “Doğduğu günden beri dışlanmış, horlanmış, yok sayılmış bir genç. Orada bir çiçeği değil, hayatın “temel çelişki”sini perdelemeye çalışan bir dekoru tekmeliyor... Bu şehrin ona yönelttiği nefreti geri yansıtıyor. Ait hissetmediğin bir şeyi sevemezsin.”
Daha sonra bu kent aidiyeti konusunu bolca tartıştık. Ben onlara İstanbul gibi göçmenler kenti olan New York’ta yıllardır sürdürülen “I’m New Yorker” kampanyasını anlatırken, onlar da bana saksıdaki çiçeği tekmelemeye varan temel çelişkinin kenar mahallelerdeki bambaşka yansımalarından bahsettiler: İstanbul’da yaşayan birinci ve ikinci nesil göçmenlerin tamamı, toplam nüfusun yüzde 80’i kendine “İstanbullu” demiyordu. Fikirler iyice olgunlaşınca o dönemki İBB Başkanı Ali Müfit Gürtuna’ya gittik. “Belediyenin tüm imkanlarıyla bu projeyi hemen başlatın” dedi.
“Ben İstanbulluyum” kampanyası böyle başladı. İki bin civarı eğitimci personel ve aralarında İlber Ortaylı’dan Haluk Şahin’e yüze yakın akademisyenin olduğu danışma kuruluyla yapılan, ölçek itibari ile eşi benzeri olmayan bir projeydi. İbrahim Tatlıses’i, Rahmi Koç’u, Sakıp Sabancı’yı, İsmail Türüt’ü “Ben İstanbulluyum” demeye ikna ettik. İçinde bir sosyolog, bir psikolog, bir de tiyatrocunun olduğu yüzlerce araç, her gün kente dağılır, önce projeksiyondan eğitim filmi izlettirilir, sonra tiyatrocu arkadaşlar bir meddah gibi “Neden İstanbullu olunması gerekir?” konusunu anlatırdı. Tüm bu süreçler Norveç’te nasıl olursa öyle işlerdi. Amaç tek taraflı konuşmaktansa, karşılıklı bir muhabbet oluşturmak ve dinlemekti. İnsanlar başlangıçta önyargılarla suskun kalır ama bir açıldılar mı, susmak bilmezlerdi. Bu toplantıların daha sonra CHP’de tanık olduğum seçim zamanı yapılan “kahve ziyaretleri” ile ilgisi yoktu. Kimseye ders verilmez, tepeden konuşulmaz, siyasi propaganda asla yapılmazdı. İş o kadar başarılı oldu ki Birleşmiş Milletler’den o yıl dünyada yapılan en başarılı sosyal gelişim projesi ödülü aldı.
*****
Öğleye kadar Levent’teki büyük şirketlere yapılan havalı sunumları yönetirken, öğleden sonra Bağcılar, Sultanbeyli, Sultangazi’de daracık mekanlarda yaşayan yoksul insanlara yapılan sunumlara katılıyordum. Pazarlama dünyasında insanlar tüketim alışkanlıklarına göre sınıflandırılır: A kategorisi Beykoz’daki villa kentin veya pahalı Alman otomobillerinin müşterisi, B1 B2 ve biraz da C1, marketlerde markalı ürün satın alabilen perakende tüketicisi. C2 ve D o toplantılarda adı anılmayan, çünkü hala köyünden getirdiği gıdalarla takas ekonomisiyle karnını doyuran yoksullardı. Bu kitle pazarlama dünyası için yok hükmündeydi ve öğleden sonra gittiğim uçsuz bucaksız gecekondu mahallelerinde sadece bu insanlar vardı. 1995’de internet ilk çıktığında kendime verdiğim “Gritürk” adını sonuna kadar yaşıyordum: Günümün yarısı “Beyaz Türkler”’in A, B, C1 segmentlerini hedefleyerek, diğer yarısı hedef dışındaki C2 ve D’de geçim mücadelesi veren “Kara Türkler”le muhabbet ederek geçiyordu.
Kendisine “Hasan Efendi” denmesine içerleyen Hasan, yirmi yıl önce Sivas’tan göç etmişti. Bekar hanlarında, amelelik, hamallık işleri kovalayarak “bir şekilde tutunmuş”, belediyeye Refah Partisi gelince gecekondusuna nihayet tapu almış, hatta üste iki kat çıkmıştı. Şimdi “musluk tamir etmeyi bile bilmeyen” iki memur aile kiracısı olmuştu. Bu avanaklar maaşlarını çürümüş üzüm suyuna yatırır, arada ailecek sinemaya filan gider, sonra da zam zamanı “Aman Hasan Abi bizim kiraya çok zam yapma” derlerdi. Hasan ağzına alkol koymamış, karısıyla birlikte kırk derde kırk düğüm atmış, tencerede pişirip kapağında yiyerek bugünlere gelmişti. Hayatı boyunca uğradığı her haksızlığa tahammül edebilirdi ama şimdi gözü gibi baktığı kızı başörtülü olduğu için üniversite kapısından geri çevrilmişti. İşte bunu bir türlü içine sindiremiyor, hikayesini anlatırken bile gözleri yaşarıyordu.
*****
Aydınların bir bir öldürülmesi ve İslam ülkelerinde başta kadınlar bütün insanların faşizm altında ezilmesi başörtü konusunu bir “laik dindar” savaşı olarak görmeye gerekçe olabilirdi. Ama kent çeperlerindeki milyonlarca Hasan için, bu yasak “din ve laiklik”ten çok daha öte bir anlam taşıyordu. Başörtüsü, yok sayılanların mücadele bayrağı, “Ben varım” çığlığıydı. Bu sesi ancak o mahallelere gidince duyabiliyordun ama marka alışverişi yapmayan dolayısıyla hedef olmayan bir kitlenin haykırışı, kent merkezlerine ulaşamıyordu. Aslında bu öyküden bir Germinal de çıkabilirdi ama Kenan Evren solcuların üzerinden dozerle geçti. Geriye bu haklı öfkeyi, siyasal bir erke dönüştürecek Milli Görüş ve onun güç aldığı yeni sermaye, yeni gençlik ve yeni çoğunluk kaldı. “Temel çelişki” püri pak bir sınıf hıncıydı ama o aralar kimse bunu analiz edemiyordu.
Derken AKP doğdu. AKP bu temel çelişkinin üzerine bindi ve yirmi yıldan uzun süre ülkeyi yönetti. Yine yaygın bir hatayla: “Erdoğan geldi ve ülkeyi değiştirdi” özeti benimsendi. Oysa ülke değiştiği için Erdoğan gelmişti. Artan ekonomik ve sosyal güçleri oranında pay ve itibar alamadıklarını düşünen “yeni kentliler”in bir sözcüye ihtiyaçları vardı, o sözcü Erdoğan oldu. Yağmur yağdığı için şemsiye açarız, şemsiye açtığımız için yağmur yağmaz.
Kırk yıl önce Sivas’tan göçen Hacı Hasan Amca hala “Ben Sivaslıyım” diyor olabilir ama okuyup meslek sahibi olan kızı ve torunları soranlara “Ben İstanbulluyum” diyor. Hasan’ın çocukları ve torunları kentle, kent de onlarla barıştı. Yirmi yılda AKP bütün seçimleri kazanırken, sözcüsü olduğu “temel çelişki”yi kaybetti. Başörtüsü artık yoksulluğun, ezilmişliğin sembolü olarak görülmüyor. Başörtüsünün sembolize ettiği sınıf ayrımı tarihe karıştı. Sadece Erdoğan’ın değil, Kılıçdaroğlu’nun ve aklı selim milyonlarca insanın gayretiyle bu eşik aşıldı. Sosyal medyanın olumlu etkisiyle farklılıklara öyle saygılı bir nesil gelişti ki, kime olursa olsun yaşam tarzına müdahale gençliğin geneli için kırmızı çizgi. Kuşkusuz hala sömürü, eşitsizlik, yoksulluk var ama bunun başörtüsü gibi bir sembolü yok. Lüks restoranda başörtülü ve başörtüsüz zengin kadınlar ziyafet çekerken, bodrum katta başörtülü ve başörtüsüz yoksul kadınlar bulaşıkları yıkıyor.
****
Marx’ın binlerce sayfalık külliyatında “Ahmet seçimi kazanınca ülke değişti” gibi bir anlatım bulamazsınız. Hagiografi’lerin aksine, toplumları kahramanlar değiştirmez, koşullar değiştirir. 2018’de İstanbul’da yaşayıp “Ben İstanbulluyum” diyenler ilk kez %51’i geçti. 2019’da Ekrem İmamoğlu aşağı yukarı bu oranla seçimi kazandı.
Keşke kişilere odaklanmayı bırakıp, karşılıklı “kahraman ve cadı” hikayeleri yazmaktan vazgeçsek. Çünkü buradan kimse için temel çelişki çıkmaz, olsa olsa “bu ne yaman çelişki” çıkar.