Tiyatromuzda “sinemacılar dönemi”
Yokluk baki, durum belli. Pahalılık ve belirsizlik her geçen gün artıyor. Öteki’nin ana karakteri Burak Çıplak soğuk sokaklarda koşuyor. Çıplak Vatandaş’a selam olsun!

Ece VİTRİNEL - Doç. Dr.
Yakın zamana kadar Türkiye’de sinema okumuş olanların ezbere bildiği, herhangi bir klasik Türk sinema tarihi kitabı karıştırmış olanların da muhtemelen hatırlayacağı üzere 1922 ile 1938 yılları arasını kapsayan dönem sinemamızda “tiyatrocular dönemi” olarak anılır. Teknik malzeme, teknisyen, sermaye, bilgi, stüdyo, hatta oyuncunun olmadığı bu dönemde sinema alanında faaliyet gösteren tek kişi, yurtdışında edindiği tecrübeyle ilkel koşullarda film yapmaya çalışan Muhsin Ertuğrul’dur. Burçak Evren’in belirttiği gibi, 1922 öncesinde ve 1938 sonrasında da sinemayla ilgilenmesine ve Almanya ile Rusya’da çektiği filmler farklı sinemasal özellikler taşımasına rağmen Muhsin Ertuğrul’un sineması “tek adam” devri olarak da bilinen bu döneme sıkıştırılır ve kabaca ifade edersek, Ertuğrul sinemayı filme alınmış tiyatroya indirgemekle eleştirilir.
Son yıllarda yapılan arşiv çalışmaları ve filmografisine bütünlüklü yaklaşımlar (bkz. 2023’te Gökhan Akçura’nın editörlüğünde İBB Yayınları’ndan çıkan kapsamlı Muhsin Ertuğrul kitabı) büyük ve öncü bir tiyatro insanı olarak Ertuğrul’un hakkını sinema alanında da teslim eder. Fakat Ertuğrul için sinema, kendi beyanlarına göre de öncelikli olarak hayatta kalabilmenin, para kazanabilmenin ve tiyatro yapabilmenin bir aracıdır. 1941 yılında Perde ve Sahne isimli bir dergi çıkaran Ertuğrul, Akçura’nın yukarıda adı geçen kitapta Hikmet Münir’den aktardığı şekliyle şöyle der: “Maksadımız tiyatro alâkasını bütün sene boyunca devam ettirebilmek, halkla temasımızı muhafaza etmektir. Bu sırada, mecmuamıza ‘sinema’ da koyduk. Sinemanın seyircileri, tiyatronun seyircilerinden çoktur; tiyatro sevgisi onlara da sirayet eder, dedik.”
Peki, seksen küsur yıl sonra ne oldu da işler tersine döndü? “Bu defa da tiyatromuzda bir ‘sinemacılar dönemi’ mi başladı?” diye sorduracak kadar çok sinemacının tiyatro yapmasına vesile olacak ne yaşadık?
EMİN ALPER’İN ÖTEKİ’Sİ VE DİĞERLERİ
Öncelikle şu “çok”u bir açalım. Son dönemde sinemacıların tiyatro yapmasını Emin Alper’’in Dostoyevski’nin aynı adlı eserinden sahneye uyarladığı Öteki üzerinden konuşur olsak da, Karışık Kaset (2014) ve İnsanlar İkiye Ayrılır (2020) filmlerinden tanıdığımız Tunç Şahin yazıp yönettiği ilk oyun Canavar ile daha 2023’te ateşlemişti fitili. Sonra bu iki oyuna 28. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan iki oyun daha eklendi. 2020 tarihli Yangın Yerinde Orkideler filminde sanatçı Ali Arif Ersen’in etkileyici hikâyesini anlatan Selin Şenköken, Ibsen’in Nora’sını (Bir Bebek Evi) yönetti. Tam da şu an, sokak inlerken evde oturmuş söz verdiğim bu yazıyı yetiştirmeye çalışırkenki dağınık kafam ve huzursuz halimle karakterlerinden biri olabileceğim, tek mekânda geçen Taksim Hold’em’inden (2017) bildiğimiz Michael Önder, Mayenburg’un Gece Diyarı’nı sahneye taşıdı. İlk uzun metrajı Karnaval’ı 2013’te izlediğimiz Can Kılcıoğlu da iki ay önce prömiyer yapan yazıp yönettiği ilk oyun Küçük Balkon ile sinemacı tiyatrocular listesine eklenen son isim oldu.
İzleyemediğim oyunlar, atladığım isimler mutlaka vardır ama sayı her halükârda yeni bir durumdan bahsedebileceğimiz kadar çok gibi görünüyor. Üstelik, Emin Alper’in Öteki’sinde dijital ekranlardan faydalanılsa da, sinema kökenli yönetmenler akla ilk gelebileceği gibi sahnede hemen videoya, multimedya kullanımına da yönelmiyor. Özellikle Berkun Oya’nın 2018’de prömiyer yapıp uzun süre kapalı gişe oynayan, kulaklıkla takip edilebilen oyunu Dünyada Karşılaşmış Gibi’den sonra üzerine Türkçede de tezler, kitaplar yazılan (bkz. Tiyatro ve Multimedya, Burcu Yasemin Şeyben; Çağdaş Tiyatroda Dijital Gösterim ve Medya Teknolojisi, Mehmet Özbek) dijitalin sunduğu imkânlar irili ufaklı pek çok tiyatro tarafından benimsenmiş görünüyor. Videolar kimi zaman Öteki’de ya da Linçler ve Dudaklar’ın sahne tasarımının bir kısmında gördüğümüz gibi hareketli bir arka fon işlevi görüyor, kimi zaman Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde olduğu gibi karakterlerden birine ya da karakterin kendi kendisiyle karşılıklı oynayabilme fırsatına dönüşüyor. Afife gibi büyük sahnelerde oynanan oyunlarda ekrana yansıtılan canlı çekimler arkalarda oturan izleyiciyi oyunda tutabilmek için de elzem görünüyor. Büyük Zarifi Apartmanı gibi oyuncu başına yaklaşık 4,4 izleyicinin düştüğü dar mekâna özgü bir oyunda ise ev perdesine yansıyan bir video, Hacivat ve Karagöz gibi perdenin arkasından oyuna katılan, video ile adeta “bir olan” bir oyuncu aracılığıyla sahnenin organik bir parçasına dönüşebiliyor. Bu son oyunun yapımcısının pek çok bağımsız filmin yapımcısı olarak tanıdığımız Anna Maria Aslanoğlu oluşu da tiyatroda sinemacılar dönemine ayrı bir satır eklerken aradığımız cevabın buralarda bir yerlerde olabileceğini de düşündürüyor.
BURAK ÇIPLAK YA DA ÇIPLAK VATANDAŞ
İlk hafta sonunda 51.371 kişi tarafından izlenen Emin Alper’in Kurak Günler’i (2022), Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nu da geçerek “festival filmleri” olarak anılan kendi kategorisinin o zamana kadarki en iyi açılışını yapmıştı. Bu sayfalarda sansür konusunda daha önce de yazdım (bkz. Adında “Kızıl” Geçen Dizileri Herkese İzlettirme Enstitüsü), bu başarının ardında Bakanlık’ın filme verdiği desteği geri çekmesinin tetiklediği bir “muhalefet olarak seyir” eyleminin, yani uzun zamandır sinema salonuna uğramayan izleyicilerin de tepki olarak salonlara gitmesinin payı olduğu malum. Böyle az sayıda örnek dışında Türkiye film endüstrisi iki vites arasında sıkışmış vaziyette.
Bellibaşlı yerli filmler ve büyük Hollywood yapımları hariç hemen her üretim tekelleşmiş bir yapım, dağıtım ve gösterim pazarında marjinalleştirilerek ticari döngünün dışına doğru itiliyor. Varını yoğunu ortaya koyup, Bakanlık desteği de alıp bir film yaptıktan sonra dağıtım ve gösterim aşamasında büyük bir hayal kırıklığı yaşayan, işine yabancılaşan, bir daha da film çekemeyen yönetmenlerle sinemamız bir ilk filmler mezarlığına dönüşüyor.
Sinemacılar işte bu yüzden tiyatroya geçiyor demek hem kolaycılık hem de yalancılık olur çünkü orada da durum pek farklı değil. Bilet fiyatlarının pahalılığına rağmen salonları doldurabilen, tanıdık oyuncular ağızlarını açtığı anda herkesin sözleşmiş gibi güldüğü büyük yapımlar (bazı arkadaşlara göre artık İstanbul’un da bir Broadway tiyatrosu var) ile kimisi sadece 30 seyirci alan küçücük sahnelerde sergilenen performanslar sanki eşit bir hızla çoğalıyor. Son zamanlarda gördüğüm heyecan verici oyunların hemen hepsi (mesela artalan kolektif’in Yıldız’ı) bu küçük ve bazen rutubetli salonlarda oynasa da durumu romantize etmenin de anlamı yok.
Sözde bir altın çağ yaşıyor tiyatromuz ama tiyatro yapmak çok zor, prova yapacak yer yok, kiralar yüksek ve sadece tiyatro yaparak hayatını kazanabilmek çok az sayıda tiyatro insanı için bir ihtimal. Yine de mevcut ekonomik durumun aylar sonra çekilecek bir filmin bütçesini yapmayı iyice imkânsız kıldığı bir ortamda tiyatro yapmak, dağıtım-gösterim pazarının yabancılaştırıcı etkisinden bir nebze olsun uzak kalarak seyirciyle doğrudan temas kurmak, bir aradalığı, oradalığı, çekim süreciyle sınırlı kalmayan kolektif bir ruhu hissetmek tüm zorluklarına rağmen sinemacılara kaybettikleri bir tatmini sağlamış gibi görünüyor.
“Zaman sınırı ve para kazanma hırsı olmadan bir film çevirmeyi elbet ben de isterim, ama olmadı işte!” demiş Muhsin Ertuğrul zamanında (Metin And’dan aktaran Akçura).
Yokluk baki, durum belli. Pahalılık ve belirsizlik her geçen gün artıyor. Öteki’nin ana karakteri Burak Çıplak soğuk sokaklarda koşuyor. Çıplak Vatandaş’a selam olsun!