Google Play Store
App Store

31 Mart 2024 yerel seçimlerinden bu yana 13 belediyeye kayyum atandı, çok sayıda belediye başkanı da tutuklandı. Yanı sıra gazeteciler, siyasetçiler gözaltına alındı, tutuklandı. Bu yazının yazıldığı saatler itibariyle aralarında gazetemizden arkadaşlarımızın da bulunduğu gözaltılara yeni isimler eklenmeye devam ediyor. O nedenle bu gelişmeleri yalnızca halkın iradesinin askıya alınmasıyla sınırlı olarak anlayamayız; aynı zamanda Türkiye’deki temsil sisteminin derin bir meşruiyet krizine sürüklendiğini ve demokrasi krizinin de yeni bir eşiğe dayandığını gösteriyorlar.

Ancak bu kez eşiğin karşısında sessizlik yok. Üniversitelerden başlayıp meydanlara yayılan bir itiraz dalgası var. Sessizliğin yerini alan bu itiraz, gasp edilen hakları yeniden almaya yönelen bir kolektif iradenin inşasına işaret ediyor.

Başka bir deyişle, ilk gününde gençlerin öncülüğünde şekillenen bu tepki, yalnızca bir hak arayışı değil; aynı zamanda geleceği kurmaya yönelen bir toplumsallık tahayyülünün ifade alanına dönüşüyor.

Bu tahayyülün en başat öznelerinden biri şüphesiz ki gençlik. Sosyolog Alberto Melucci, “Youth, Time and Social Movements” adlı makalesinde gençliğin sabit bir toplumsal kategori olmadığını öne sürüyor. Belirsizlik içinde anlam üreten bir toplumsal kategori olarak tarif ediyor.

∗∗∗

Türkiye’de yaşananlar, bu kuramsal çerçevenin sahadaki karşılıklarını düşündürüyor: Gençler, bastırılmak yerine, bu belirsizliği bir anlam kurma alanına çevirmek için harekete geçiyor.

Gençlerin eylemi sadece sistemin krizine değil, yeni bir toplumsal düzenin olanaklarına da işaret ediyor. Bu anlamda gençleri bu hareketin yalnızca görünür yüzü değil; geleceğin anlamını da yeniden kuran öznelerinden biri olarak görmek gerekir. Ancak bu kolektif itirazı sadece gençlik merkezli bir öznellik üzerinden okumak, sokağın ve meydanların çok katmanlı yapısını gözden kaçırma riskini doğurur.

Meydanlarda dile gelen itirazlar, yalnızca bir kuşağın değil; yıllardır siyasal, ekonomik ve kültürel olarak dışlanmış, görmezden gelinmiş çok sayıda toplumsal kesimin birikmiş sözüdür. Kadınlardan öğrencilere, emeklilerden emekçilere kadar geniş bir yelpazede karşılık bulan bu tepki, gelecekte yapılması muhtemel olanlara karşı da bir uyarı niteliğinde.

∗∗∗

Bu karşı çıkışı, onu idealize etmeden ya da kendinden başka bir şeye benzetmeye çalışmadan ele almak gerekir. Bu anlamda, şimdilik doğrudan kurucu bir rol üstlenmeyen ancak toplumsal anlam üretiminin ve yeni bir toplumsal sözleşme arayışının canlı bir zemini olarak yaklaşmak anlamlı olacak görünüyor.

Bugünden bakıldığında, bu hareketin talepleri arasında temel haklar olarak katılım, adalet ve özgürlük ön plana çıkıyor. Başka bir deyişle halk iradesinin gaspı dahil el konulan siyasal ve hukuksal güvenceleri yeniden inşa etme çağrısını içeriyor.

Bu çağrı yalnızca iktidara da yönelmiyor. Aynı zamanda muhalefet partilerine de yöneltilmiş bir çağrı olarak ifade buluyor. Toplumun yükselen itirazı, muhalefetin bu süreçte dönüşümün taşıyıcısı olup olamayacağını da test ediyor. Yalnızca yönetenlerin değil; temsil iddiasındaki tüm siyasal aktörlerin hesap verme ve yeniden şekillenme sorumluluğunu hatırlatıyor.

Son günlerde birçok üniversitede öğrencilerin sınıfları terk ederek boykot çağrısında bulunması, bu toplumsal itirazın yalnızca meydanlarda değil, gündelik hayatın rutin akışında da kendini göstermesinin kimi yolları arasında yer alıyor. Öğrenciler böylece, siyasette özneleşmenin, itaat etmeme hakkının ve kendi sözünü üretmenin somut bir biçimini ortaya koyuyor. Öğrenciler, ayrıca forumlar aracılığıyla karar alma, itiraz etme yoluyla yeni bir kolektif irade biçimini üretiyorlar.

∗∗∗

Nancy Fraser’ın adalet kavramına getirdiği üç boyutlu yaklaşım, bu noktada bize önemli bir kavramsal araç sunuyor. Fraser’a göre adalet; yeniden dağıtım, tanınma ve temsil boyutlarıyla birlikte düşünülmelidir. Sokaklardan yükselen itiraz, bu üç düzlemde de hissedilen kırılmalara verilen bütünlüklü bir yanıt olarak toplumsal adaletin eşitlik ve demokrasi temelinde kolektif olarak yeniden tanımlanması için bir zemin oluşturuyor.

Bugün meydanların ve sokağın kurduğu bu düzlem, yalnızca mevcut düzenin işleyişine değil, bu işleyişin dayandığı değer sistemine de bir müdahaledir. Türlü yollarla gasp edilmek istenen kamusal-toplumsal alan, kaybettiği ortaklığı yeniden üretme ve siyaseti yeniden tanımlama potansiyeline sahiptir.

Bu süreci, geleceğin demokratik ve katılımcı toplumunun inşasına dair, henüz tamamlanmamış ama giderek belirginleşen bir toplumsal müzakere süreci olarak değerlendirmek gerekir.

Ve bu müzakerenin nasıl süreceği yalnızca sokakların değil, siyasetin, kurumların ve gündelik hayatın vereceği ortak cevaplarla birlikte belirlenecektir.