1 Ağustos 2016 sabah saatlerinde Pakire (Dalören) Köyü’nde Mukim Jandarma Karakolu önüne beyaz bir araç yaklaştı. Direksiyonda bir genç, yanında baba vardı. Saat sekizdi, güneş yukarıda parlıyordu.

Tam o anda 3 el silah sesi duyuldu. Birkaç saniyede karakoldan araca doğru atış yağmuru başladı.

Direksiyondaki genç göğsünden vuruldu. Baba aracın kapısını açtı -elinde beyaz bir bez parçası bile yoktu- bağırdı, ‘Biziz ateş açmayın’. Oğlu vurulmuştu. Oğlunun göğsüne elini, kolunu, yüzünü, göğsünü, gözyaşını bastırdı. Akan kanı -nafile- durdurmak istedi. Orada bir baba-oğlu, bir adam ve bir genç -göğsünden usul usul akan kan- ve o kanı çevirmek isteyen bir adam... Bir karakol önünde, kulelerin, radarların, dürbünlerin ve İHA’ların keskin radarları altında, güneşin önünde kaldılar. Zaman durmuştu.

Kısa süre sonra bir helikopter karakol bahçesine indi, genç vurulmadan birkaç saniye evvel, karakola başka taraftan açılan ateşle yaralanmış -hayati tehlikesi olmayan- üç askeri aldı, havalandı. 15 dakikada Elazığ’a indi.

Gencin ve babasının yardımına gelen asker olmadı. Köylüler belirdiler. Genci aldılar, Hozat’a ve sonra şehir merkezine getirdiler. -Tıpkı bir madenci gibi- Bir ambulans içi, gencin ağzında oksijen maskesi, kıvrımlı yollardan devlet hastanesine yolculuk başladı. Oysa genç -Soma’daki gibi- maskenin içinde nefes almıyordu.

O genci vuranlar, helikoptere almaya tenezzül etmeyenler, bir kuşun kanının bile kapısına sürülmemesi için sabah-akşam dualar eden o halkın töresini bilmeyenler, karakol önünde damla damla akan kanıyla, her saniyede gözünün feri sönen bir insan için kılını bile kıpırdatmadılar -Bu bir Ağustos’ta sekiz yıl olacak ki yargılanmasınlar-.

Mesut İlkbaharMesut İlkbahar

Oysa o genç ve yanındaki babası, o beyaz araba -bir savaşa değil- her hafta karakola imza vermeye geliyordu. Genci, babasını ve kurşun yağmuruna tutulmuş o eski arabayı tanıyorlardı. Bir kuşun değil, genç bir insanın kanını dökmüşlerdi, suçluydular.

Karakoldakiler Truva’yı -en azından sinemadan- biliyor olmalıydı -belki içlerinde Anzakları bağrına basmış Çanakkaleli askerlerin torunları da vardı-. Oğul Hektor’un cenazesini almak için düşman kampına dalan ve onu alan baba Priamos -ve ona en derin saygılarını gösteren Akalılardan- habersiz olamazdılar.

Ama Ege’deki gibi bir savaş yokken -ve 21’inci asır içindeyken- bir ölüye, geride kalan -ve oğlunun akan kanını göğsüyle bastırmış- bir babaya en küçük bir saygı yoktu. Birbirinin ölülerine ağlayan insan türünden, masum bir genci öldürüp -babasına bir ağıt yakma şansı tanımayan- bir karanlık çağa vardık.