Google Play Store
App Store

Deniz Mat Artun “Öykülerimin gerçeği olabildiğince yansıtmasını istiyorum. Hayat böyledir; yürüdüğün yol karanlık olabilir, uyandığın sabah güneşsizdir, çıkış tabelasını görememişsindir. Bu nedenle öykülerimde sahte aydınlık sonlar yaratmayı sevmiyorum” diyor.

Tünelin ucundaki ışığı göremeyen kahramanlar
Deniz Mat Artun

Nilgün ÇELİK

Deniz Mat Artun’un Son Yüzyılın En Parlak Yazarı adlı ilk öykü kitabı SRC Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Deniz Mat Artun’a hem ilk kitap heyecanını hem de öykülerini sordum.

Kitabınızda birbirinden etkileyici öyküler var. İlk öykünüz kitabınıza adını veren Son Yüzyılın En Parlak Yazarı. Yazarlık üzerinden kurgulamış olsanız da annelik uğruna kariyerinden, hayallerinden vazgeçenlerin sesi oluyorsunuz. Annelik ve kariyer arasına sıkışmış kadınlar hakkında kurgunuz dışında ne söylemek istersiniz? Ayrıca yazmak daha çok erkeğin rahatlıkla yaptığı bir iş mi?

Anne olana kadar yoğun çalışıyordum. Anne olduktan sonra, ne kadar çok boş vaktim olduğunu anladım. Tuvalete girdiğiniz, yüzünüzü yıkadığınız, güne başlamadan önce yatakta gözü kapalı kendinize gelmeye çalıştığınız dakikaları bile kaybettiğiniz bir maraton bu. Tam zamanlı anne olmak ise benim gibi tüm hayatı çalışmakla geçmiş birisi için zor. İlkokuldan itibaren çok çalışmaya, başarılı olmaya, girdiğim tüm sınavları kazanmaya programlandım. Sonra birden, anne olur olmaz, beş yaşından beri yarış atı gibi koşturan bu halinle vedalaşman bekleniyor. Kolay değil; bebeğe uyum sağlamaya çalışırken bu değişimi de anlaman, içselleştirmen gerekiyor. İş hayatına devam ederken bir yandan da bebeğini büyütmek zor; ama en zoru kendindeki değişimi anlayabilmek, doğru şekilde yorumlayabilmek ve bu değişen gözlükle gördüğün hayata yeniden uyumlanabilmek. Yeni anne olan kadın için kariyer cephesi kadar zorlayıcı ve yorucu bir başka alan da annelik yarışları. En iyi anne kim? Annelik konusunda özellikle ilk yıl çok fazla kıyaslama ile karşılaşıyoruz. Her konuda daha iyisini becermiş insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Tüm konularda kararlarınız veya istekleriniz sorgulanıyor. Beni annelikle ilgili en fazla zorlayan nokta buydu; özellikle lohusalığın karanlık koridorlarında tüm dış seslerin aynı cümleyi tekrarladığını duyuyorsunuz: “Sen yetersizsin!” Sonra güneş yeniden doğuyor neyse ki, sesler azalıyor veya duymamayı öğreniyorsunuz, bebek biraz daha büyüyor.

Sürekli aynı erkek yazarların isimlerini görmekten sıkılmıştım. Yazmak için kendinize ait bir odanızın, sadece kendinizle başbaşa kalabileceğiniz, rahatsız edilmeyeceğiniz değerli saatlerinizin olması gerekiyor. Çocuğunun ihtiyaçlarını gidermeye çalışan, evi derleyip toplayan, yaşamını sürdürebilmek için bir yandan da kendi işlerini sürdüren bir kadının yazı masasının başına geçebilmesi zor. Bir başkası yemeğinizi pişiriyor, çocuğunuzla ilgileniyor ve size yazmanız için gereken alanı açıyorsa o zaman rahatlıkla yazabilirsiniz. Bu nedenle erkeklerin, hele ki çocukları yoksa, yazma konusunda daha fazla alana sahip olduklarını düşünüyorum. Öte yandan günümüzde çocuk bakımı, ev işi için ücretli destek almak da mümkün; ancak desteğin alındığı durumda da çalışan kadının iş hayatında kalabilmek için gelirini tamamen bakıcılara, yardımcılara ayırması söz konusu. Bu da kariyerinizi, yaşam amacınızı sorgulamanıza neden oluyor. Günün sonunda yine yorulan, kendine ait zamanından çalan kadın oluyor; oturup bir öykü yazması için gereken ilham, enerji ve vakit onun için çok uzaklarda kalıyor.

Küçük Felaket adlı öykünüz kadının yalnızlığından, anne olduktan sonra her başarısızlıkta suçlanan olmasına işaret ediyor. Kahramanlarınız belirgin. Anne, kayınvalide, kardeşler ve erkek kahramanlarınız gerçekçi ve bizden. Öykünüzde kızların annesi olan kadına gözümü çeviriyorum. Kız çocuklarının mutsuz evlilik yapmaları, başarısız olmalarında yılların getirdiği bıkkınlık ve bencillikle davranan “anneler” için öykünüz özelinde ne söylemek istersiniz?

Mutsuz annelerden çok şey öğreniyor kızları. Hep borçlu kalınır mutsuz annelere, çünkü o saçını süpürge etmiştir, evi mis gibi parlatmıştır her sabah, günde üç öğün sıcak yemeği eksik etmemiştir ocaktan. Bunun karşılığında hayatını vermiştir; çalışmak istese de çalışamamıştır, boşanmak istese de çocuğu babasız büyümesin diye sesini çıkarmamıştır. Ama karşılığında da borçlu çıkarmıştır o çocuğu. Şimdi tersten bakalım, bir önceki soruya verdiğim cevabı da düşünerek. Mutsuz annelerin mutsuz kızlarına mı dönüşüyoruz evin içine hapsolduğumuzda? Birbirimizi doğuruyoruz aslında, mutsuz kızlardan mutsuz anneler yaratıyoruz. İstediğimiz şey gençliğimize dönüp bir kez daha baştan akıtmak tüm hikâyeyi; bu sefer kararları başkasına bırakmadan, çünkü neyi istemediğimizi çok daha iyi biliyoruz artık. Yolun sonunun nereye çıktığını gördük, farklı bir yola daha hevesliyiz ama... Genç de değiliz işte! Bunu fark etmek kadar bu farkındalıkla ne yapacağına karar vermek ve hayata geçirebilmek de çok kıymetli.

Mi-yav-la-ma! Kısacık ama duygusal bir öykü. Karşımızdakini özgür bırakırken ne kadar yara aldığımızı hatırlatıyor. Vedalar ve tercihler hayata dair ve bir kedi üzerinden çok nefis kurgulanmış öykünüz. Sigmund Freud  bu döneme yas süreci diyor. Kahramanınız bu acının hırsını kediden alıyor. Bu depresyon haliyle başa çıkma yolları sizce ne olmalıdır?

Yas süreci sadece sevdiğiniz birisini kaybetmek ile yaşanmıyor; bir organın kaybı da yas tutmanıza sebep olurken, eski kimliğinizle, bu kitap özelinde söylersem anne olmayan halinizle vedalaşmak da yine bir yas süreci gerektiriyor aslında. Benim yas ile başa çıkma yollarım yok açıkçası; eskiden olsa bu soruya beylik cevaplar verir, müzik dinlemek, yürüyüş yapmak gibi önerileri sıralardım. Ama yaşadıkça ve farklı yas dönemlerini deneyimledikçe insanın başa çıkma yolları da değişiyor, dönüşüyor. Yasın içine girmek, o yoğun duyguyu keşfetmek, kaybedilenin neyi sembolize ettiğini, aslında neyin kaybına bu denli üzüldüğünü anlamak bir parça da olsa yol almayı sağlıyor bu karanlık tünelde.

Bazı öykülerinin temasını intihar oluşturuyor. Bunun sebebi var mı?

Tünelin ucundaki ışığı göremeyen karakterlerim için bir çıkış yolu bu sadece. Özellikle sosyal medyanın bize dayattığı bir toksik pozitif olma hali var, her olayın, başımıza gelen her şeyin iyi yönünü görmeye çalışma, daimi bir gülümseme ile kabullenmek hayatı. Bunu sosyal medya varlıkları dışında başarabilen gerçek, kanlı canlı bir insan var mı, bilemiyorum. Öykülerimin gerçeği olabildiğince yansıtmasını istiyorum. Hayat böyledir; yürüdüğün yol karanlık olabilir, uyandığın sabah güneşsizdir, çıkış tabelasını görememişsindir. Bu nedenle öykülerimde sahte aydınlık sonlar yaratmayı sevmiyorum.