Yaklaşan seçimler nedeniyle şu günlerin en önemli politik mevzularından birisi kuşku yok ki “milliyetçi-muhafazakâr” bazı partilerin HDP ile aynı masada görünmeme çabalarıdır. Üstelik TBMM’de pek çok komisyonda, yani ‘aynı masada’ birlikte çalıştıkları halde. İktidar partisi ve onu destekleyenlerin inşa ettiği bu siyaset, bütün çelişkilerine rağmen, sosyal demokratlar da dahil geniş bir kesimi etkilemiş bulunuyor. Kanaatime göre bu durum ‘Türk’ siyasetinin en önemli handikapıdır.


Türk demokrasisinin kendi inşa ettiği bu politik tutum yeni bir durum olmadığı gibi geçmişe dayanan sert referansları bulunuyor. Cumhuriyetin ilanının ertesinde TBMM Başkanlığı da yapmış Abdülhalik Renda: “elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve selahiyetle hakim bulunması ihtimalini katiyen görmüyorum” diye yazmıştı. “İki millet”ten kastettiğinin Türkler ve Kürtler olduğunu da açıklıkla yazmıştı. O halde ötekine dair köklü bazı tedbirler gerekliydi. Mesela köylerinden çıkarıp, yerlerine Türk muhacirler koymak ve kalanları da Türkleştirmek gibi! İlk Umum Müfettiş Abidin Özmen 1927’de bu ‘milli’ görevin muhasebesini bile çıkarmıştı. Ona göre sadece kendi müfettişlik bölgesinde her yıl 3000 kişinin batı illerine nakli gerekliydi. Bu işin o kadar kolay olmayacağı açıktı ama yine de bu öneriler hızla devlet politikası haline gelmişti. 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu bu politikanın teferruatlı metinlerinden birisiydi.

***

Böyle bir politik ortamda Kürtlerin nasıl temsil edileceğiyle ilgili bir mesele zaten olamazdı. İktidarın tek partisi, bütün Kürt şehirlerini ‘temsil etmek’ üzere, neredeyse tamamı Türk olan vekilleri çoktan seçmişti. Bunların hemen tamamı ülkenin batısından, Balkanlardan veya Karadeniz kentlerindendi. Kürt şehirlerinin çoğunda CHP’nin il örgütleri dahi yoktu. Mesela 1936’da 50 vilayette örgütü bulunan CHP’nin sadece Beyazıt, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli, Urfa, Erzincan ve Van’da il örgütü yoktu.

Böyle bir politik ortamda Kürtlerin, devlet memuru olması da bir sorundu. Raporlara göre “Kürt ırkına mensup olduğu” bilinen bazı memurlar için tedbirler aranıyordu. Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali, başbakana yazdığı raporda, bu durumdaki 130 zabitin bölgeden alınmasını istemişti. Aynı rapor, memurların kendi anadilinde konuşmalarını da imkânsız hale getiriyordu. Buna göre Kürtçe yasağına uymayan memurlara önce yazılı ihtar, tekrarında maaş kesme ve devam ederlerse memuriyetten çıkarılma cezası öngörülmüştü.

***

Dönemin politik algısı içinde Kürtler, zaten fikri sorulması gereken bir grup da değildi. O kadar ki rejimin önemli figürlerinden biri olan N. Hakkı Uluğ: “toprağa bir ot gibi bağlı adama Kürt derler. Kürt toprakla alınıp satılır, toprağa sahip olanların malıdır. Türk’ün başı yukarıdadır. Esirlik damgasını alnına vurdurtmaz. Bir Türk köyünün üzerine çökebilmek için, onu önce Kürtleştirmek şarttır” diyebilmişti.

‘Türk demokrasisinin’ Kürt sorunu işte böyle bir tarihsel tecrübeden geçmişti. O geleneğin önemli bir figürü olan Albay Nazmi Sevgen bile, 1960’lı yıllarda Devlet Planlama Dairesi’nde bir Kürt İşleri Bürosu kurulmak istendiğinde “Kürtlerin temsil edilmesi için şimdiye kadar hiçbir şey yapılmamıştır, biz hâlâ Kürt diye bir şey yoktur, hepimiz Türk’üz diye duralım” diyerek feveran etmişti. Sevgen’in yazdığına göre o zaman bir “Kürt Masası’ kurmak için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden Halil İnalcık’a görev verilmiş, o da Nazmi Sevgen’i birlikte çalışmak için davet etmişti. Fakat kendi ifadesiyle bu “hayırlı teşebbüs tahakkuk edememişti”.

***
Bugün, üzerinden yüz yıl geçtiği halde, Türk demokrasisinde yerleşik Kürt algısının hâlâ canlı olduğuna tanıklık etmek ilginçtir. Fakat artık bambaşka zamanlardayız. Türkler de, Kürtler de artık aynı noktada değiller. Türk demokrasisinin aynı yoldan devam etmesi de zordur. Hatta şimdiye ısrarla kadar HDP’ye sorulan o meşhur ‘siz Türkiye partisi olacak mısınız’ sorusunun muhatabı da artık Türk demokrasisini temsil iddiasında olan partilerdir. Gerçekte Kürtleri ve kurumlarını Türkiye’nin bir parçası kabul ederek, birer “Türkiye partisi” olacaklar mı? Temel soru budur.