Google Play Store
App Store

Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

Türkiye, dengesizlikleri karşılamaya hazır mı?

“Türkiye” derken, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye siyasetini kastediyoruz. “Dengesizlikler” derken, ulusal, bölgesel ve küresel çaptaki dengesizlikleri veya denge değişimlerini kastediyoruz. Dengesizlikler, olağan dönemlerde, çoğunlukla siyasi, ekonomik düzlemlerde, çevre-iklim koşullarının kötüye gitmesinde görünür oluyor; süregiden askerî/teknolojik güç dengesizlikleri kamuoyunun gündemine daha az yansıyor. Olağanüstü dönemler geldiğinde ve emperyalizmin kışkırtmasıyla ülkelerarası ilişkiler bozulup iyice görünür kılındığında, silahlanma yığınaklarındaki dengesizlikleri, emperyalist saldırganlığın hangi pervasızlık/gözü-karalık derecesine kadar gidebileceğini, hegemonya mücadelesinin bir hegemonya çatışmasına evrilip evrilmeyeceğini yani ekonomik alandan askerî alana taşınıp taşınmayacağını ve hangi boyutlara ulaşabileceğini de kapsamaya başlıyor.

KAPİTALİZM EŞİTSİZLİK ÜRETİR, EMPERYALİZMİ BESLER

Aslında dünyanın tarihi olarak en büyük eşitsizliklere sahne olduğu bir dönemden geçiliyor. Kapitalizm sosyalist sistemin rekabetinden ve sosyal devlet baskısından kurtulduğundan beri, yani en azından 35 yıldan beri, eşitsizlik üretimi inanılmaz ölçüde hız kazanmış durumda. Bu eşitsizlik üretimi en gelişmiş kapitalist ülkeler içinde emekçi sınıflar aleyhine giderek daha fazla kök salıyor; ama sanayileşmiş ülkeler ile geri bıraktırılmış ülkeler arasında, özellikle de bunların sermaye ile emek sınıfları anasında ulaştığı boyuta tarihin daha önceki hiçbir döneminde erişilebilmiş değil.

Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemlerde çatışma ortamını ve içerde emekçi sınıflara ve onların yanında saf tutan aydınlara karşı uyguladığı devlet şiddetini (kolluk ve yargı üzerinden) artırarak ayakta kalabilir. Böyle dönemlerde sermayenin egemen kesimlerinin düzenini sürdürebilmesi için hem ulusal düzlemde kültürel kutuplaşmaları kışkırtması (bu arada faşist akımların güçlenmesini desteklemesi veya bu yükselişi fırsata çevirmesi) hem de uluslararası düzlemde halkları birbirine düşürmesi ihtiyacı doğar veya yeniden büyüme eğilimine sokulur.

Ama asıl olarak, bunların üzerine sermayenin birikim sorunlarının eklenmesi halinde işler başka bir boyuta taşınmaya başlar. Aşırı üretim ve talep yetersizlikleri sorunları yanına özellikle aşırı sermaye birikimi (yani sermayenin artıdeğer üretme kapasitesinin zayıflaması) sorunları eklenmişse, o zaman askerî-sınai kompleksin dizginleri ele alma ve savaş kışkırtıcılığına soyunma vakti gelmiş demektir. Silahlanma yarışından beslenen sermaye çevreleri olayları kızıştırmanın aktif tarafı olmaya yönelir. Bu nedenle de ABD seçimlerinde kimin kazanacağından çok, onların arkasındaki sermaye güçlerinin neyi tercih ettiği belirleyici sayılmalı. Ama olay ABD ile sınırlı değil; Almanya’da ekonomide durgunlukla birlikte sınai gerileme sürecine girilmesi ile sermayenin silahlanma/savaş iştahlarının kabarması arasındaki ilişki oldukça açık olmalı.

KOLEKTİF SAVAŞ ÖRGÜTÜ OLARAK NATO

Ama bugün gelinen noktada artık emperyalist Batı’nın kolektif savaş örgütü olarak NATO mekanizması devreye sokulmakta. NATO, 75 yıllık varoluş döneminde bu rolü üstlenebilecek siyasi homojenliğe ve ABD emperyalizminin dünyanın dört bir yanında icra ettiği saldırganlığa (Vietnam, Irak, vb) arka çıkabilecek bir yapıya sahip değildi. Esasen NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar 16 üyeli bir örgütken ve esas olarak anti-sovyetik/anti-komünist bir çizgide kalırken, 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşacak ve bu defa kapitalist Rusya’yı dize getirmek üzere yeni bir kuşatma harekâtına girişecektir. Ukrayna ve Gürcistan’ı da NATO’ya katmayı ve Karadeniz’i bir NATO denizine dönüştürmeyi planlarına dahil edecektir. Ukrayna savaşı böyle kışkırtılmıştır. Ve bu kışkırtma üzerinden, Soğuk Savaş döneminde bile NATO’ya uzak duran Finlandiya ve İsveç yeni genişlemenin konuları olmuştur. Türkiye parlamentosu da sağıyla ve soluyla bu genişlemeyi büyük işgüzarlıkla onaylamıştır.

Ukrayna savaşı, önemli AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemek ve anti-Rusya bir çizgide birleştirmek bakımından ABD tarafından başarıyla kullanılmıştır. Anti-Rusya çizgisinin salt Ukrayna Savaşı ile başlayıp bittiğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Rusya’nın Putin döneminde bağımsızlıkçı politikalara yönelmesine, ABD’nin Ortadoğu’daki (Suriye, İran, Filistin…) müdahale alanlarına karşı-denge oluşturmasına son vermek, ilerde Çin ile girişebileceği daha büyük bir çatışmada olası bir Rusya-Çin işbirliğini Rusya’daki yönetimi teslime zorlayarak peşinen çökertmek amaçları açısından Ukrayna Savaşının bir kaldıraç işlevi görmesi istenmiştir. Nitekim ABD’nin başta İngiltere, Almanya, Fransa gibi güçlü ortaklarının Ukrayna Savaşında tereddütsüz askerî ve mali destek verme çizgisine çekilmeleri ve İsrail’in ABD ve NATO destekli Filistin katliamında hiçbir aykırı ses vermemeleri sağlanabilmiştir.

Ancak uluslararası bir savaş örgütü kimliği pekişen “Kuzey Atlantik” örgütü NATO, Atlantik’ten Akdeniz’e hatta Afganistan’a kadar coğrafi sınırlarını genişletmekle yetinecek gibi gözükmemektedir. ABD’nin yeni hedefi NATO’nun Batı Pasifik bölgesini de kapsayarak Çin’i kuşatma stratejisinin bir parçası haline getirmek ve böylece gerileyen hegemonyasını restore etmenin dünya çapında etkin bir aracına dönüşmektir. Bu yeni yapılandırılma hamlesinin gerçekleşmesi –İngiltere işbirlikçiliği dışında– şimdilik kolay değildir.

Ama ideolojik hamlelere de ara verilmemektedir. Bunların başında Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS’in kötülenmesi gelmektedir. Özellikle de BRICS’in iki lokomotif ülkesinin teknolojiyi toplumu denetleme/sansürleme aracı olarak kullanma eğilimde olan otokratik yönetim yapılarına sahip olduğu ve uzak durulması gerektiği şırınga edilmektedir. ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde demokrasiden uzaklaşma eğilimleri ve bu arada faşist siyasetçilerin/ hareketlerin yükselmesi tabii görmezden gelinerek… Prof. Daron Acemoğlu’nun Türkiye’deki son sunuş ve söyleşileri tam da bu merkezdedir.

PRO-EMPERYALİST VE MEZHEPÇİ DIŞ POLİTİKA

AKP’nin/Erdoğan’ın Ortadoğu’daki pro-emperyalist ve mezhepçi politikalarının İsrail’e inanılmaz bir hareket serbestisi kazandırdığı bir dönemden de geçilmekte. Bir kere İsrail’e bölgede en önemli direnci gösteren ülkelerden Suriye’yi perişan eden politikalar AKP’nin “BOP eş-başkanı” yardakçılığı ve İhvancı politikalarıyla hazırlandı. Suriye’ye ABD’nin, İran’ın ve Rusya’nın girmesi ve Kuzey Suriye’de ABD/İsrail himayesinde bir PYD devletçiğinin kuruluşu, AKP politikaları sayesinde oldu. Yani AKP’nin dış politikası bölgede esas olarak ABD ve İsrail emperyalizmine hizmet etti. Ayrıca İsrail’in 2016 yılında NATO’nun merkezi Brüksel’de ofis açması ve fiilî NATO ortağı olması da AKP iktidarının rızası ile sağlandı. İsrail ile devam ettirilen ticari ilişkiler, İsrail’in silah sanayini, petrol gereksinimini ve gıda ihtiyacını destekledi. Son aylarda sözde ticari ilişkilerin kesildiğinin ilan edilmiş olmasına rağmen, arka kapı ticaretiyle ikiyüzlü politikalar sürdürülmekte. Üstelik İsrail’e bütün istihbarat bilgileri NATO ve ABD üzerinden, bu arada Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinden akmaya devam etti ve ediyor.

Bu mezhepçi politikalar o kadar pervasızca sergileniyor ki, İsrail’e Hamas’tan daha önemli bir tehdit oluşturan Hizbullah hareketinin tüm lider kadrosunun yok edilmesini AKP yönetimi ve yandaş medyası adeta gizleyemedikleri bir hazla izleyebiliyorlar… Sonuçta, Türkiye’nin bağımsızlıkçı politikalara dönebilmesi için sosyalist hareketlerin yükselmesinden başka çare bulunmuyor.