İşçi sınıfı sosyalizmi akımının bütün unsurları, çözülmüş bir toplumun devrimci kuruluş sürecinin gerekleri ile yüzleşmek durumundadır. Söz konusu yüzleşme adına, eşitlik ve özgürlük arzusunun bir ifadesi olarak devrimi odağa alan bir yaklaşımla, kimi saptamalar yapılabilir.

Türkiye devriminin uzun yolu
Fotoğraf: SOL Parti

İşçi sınıfı sosyalizmi akımının bu topraklardaki uzun yolculuğu yeni bir aşamaya geçiş eşiğindedir. Yeni aşamanın bir nedeni sosyalist çevrelerle ilgilidir: 12 Eylül 1980 yenilgisinin ardından kendi memleketinde mülteci ruh haline itilmiş ve varlığını adeta bir alt-kültür grubu gibi sürdürmek durumunda kalmış olan sosyalist çevreler, varlıklarını artık (ve iyi ki) bu formda sürdüremez durumdadır. Çünkü yaşadıkları ülke yeniden kuruluş kavgasının orta yerinde köklü dönüşümlere gebedir. Ülkenin yeniden kuruluş süreci, neoliberal kapitalizmin yol açtığı yıkımların belirlenimi altında olduğu kadar Dünya devriminin de bir parçasıdır.


İmzacıları arasında yer aldığım Sosyalist Güç Birliği de dahil olmak üzere işçi sınıfı sosyalizmi akımının bütün unsurları, çözülmüş bir toplumun devrimci kuruluş sürecinin gerekleri ile yüzleşmek durumundadır. Söz konusu yüzleşme adına, eşitlik ve özgürlük arzusunun bir ifadesi olarak devrimi odağa alan bir yaklaşımla, kimi saptamalar yapılabilir. Şöyle ki;

Emperyalist-kapitalist sistem, dünya halklarının egemen-bağımsız politik toplumlar olarak örgütlenmelerini, sömürgeci ve yeni-sömürgeci araç ve metotlarla önlemeye çalışmıştır.

Dünya halklarının bağımsızlık ve kurtuluş mücadeleleri, hem özgürlük ve eşitlik arzusunun insanlığın ortak değerleri olarak evrenselleşmesine, hem de demokratik değerlerin derinleşmesine katkı sağlamıştır.

Özgürlük ve eşitlik taleplerinin anayasal ifadesi, en belirgin biçimiyle yurttaşlık kurumu ve kamu kavrayışında yer bulmuştur.

Yurttaşlığın; medeni haklar ve onun uzantısı niteliğindeki siyasi haklarla tanımlanmış biçimi, özgürlük idealini serbesti ile sınırlandırmış, eşitlik talebini ise “fırsatlarda eşitlik” seviyesinin ötesine taşıyamamıştır. Bu rejimlerde demokrasi sözcük anlamına uygun şekilde halkın iktidarı muhtevası kazanamadığı gibi, halkın politik topluma etkin katılımı, seçmen düzeyini aşamamıştır.

Sosyal yurttaşlığın gelişim gösterdiği kapitalist toplumlar, meta dışı alanlarla (kamusal alan) meta dışı varlıkları (kamu varlıkları) kayda değer ölçüde geliştirip piyasa gereklerini geriletebilmiş toplumlar olmuşlardır. Bu toplumların anayasal düzenlerinde eşitlik kavrayışı, koşullarda eşitlik seviyesine çıkarken, özgürlükler de birey ve grup özerklikleri düzeyinde gerçekleşebilmiştir.

Sosyalist devrimlerle insanlık tarihinde ilk kez mülk sahibi olmayan sınıflar, hem egemenliğin kaynağında yer almışlar hem de yönetici sınıf olabilmişlerdir. Emeğin toplumsal üretim ve yeniden üretim koşullarının meta-dışı alan ve varlıklarla örgütleniyor olmasının eşitlikçi sonuçları, bugünden bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır.

Egemen-bağımsız bir unsur olarak burjuva politik toplumunun özgürlükçülüğü eşitlik-körü bir muhteva taşırken, sosyalist versiyonun eşitlikçiliği de özgürlük-körü bir muhtevaya sahip olmuştur. Hem kapitalist refah rejimlerinin hem de sosyalist rejimlerin bu zaafları, neoliberal sermaye saldırısı karşısındaki zayıflığın başlıca sebeplerindendir.

Egemenlik ve bağımsızlık, kendi yazgısını kendi ellerine almış bir politik toplumu ima eder; bu ise egemenliğin kaynağını gökten yere indiren ve dünyevileştiren Aydınlanmacı uygarlığın bir parçası olarak laiklik esasını gündeme getirir. Dolayısıyla neoliberal kapitalizmin tahrip ettikleri listesine, egemenliğin dünyevileşmesinin ifadesi olan laiklik ilkesi de dahil edilmelidir. Laiklik; hem özgürlüğün hem de eşitliğin yaslandığı ana fay hattı olarak, kapitalizmin bugünkü evresinde, burjuva hinterlandından ayrılarak “proleterleşmiş” durumdadır.

Emek ve sermaye arasındaki temel çelişki, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, sermaye ile yaşam formunun varlığına ilişkin bir çelişki (ontolojik çelişki) mahiyeti de kazanmıştır. İnsanlık, uluslararası kapitalizmin yayılmacı genişleme eğilimindeki eşik ile dünyanın yaşama uygunluk eşiği arasında bir tercihle karşı karşıyadır. Ontolojik çelişkinin politik iması, “ya sosyalizm ya yok oluştur”.

Esnek birikim rejiminin politik imaları açıktır: İlk olarak, ilkel ve fordist birikim evrelerinin aksine esnek birikim rejiminde emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığı iki ayrı uğrak değildir; anti-kapitalist programa sahip olmayan anti-emperyalist de olamaz, tersi de doğrudur. İkinci olarak işçi sınıfı ve köylülük özelinde halk sınıfları arasındaki birlik, “ittifaklar sorunu” olarak değil politikleşmiş bir sınıf oluşumu sorunu olarak kavranmak durumundadır. Üçüncü olarak, toplumsal kurtuluş görevi, egemen-bağımsız bir politik toplum kuruluşunu da içermiş bulunmaktadır.

Hem yaşadığı toprakların çocukları olup hem de insanlığın ortak değerlerine ait olmak şeklindeki bir kimliğe bugün -ne yazık ki- sadece sosyalizm bayrağını taşıyan devrimciler sahiptir.

Türkiye’deki bunalım dünya kapitalist sistemindeki buhranın bir parçası olduğu gibi, Türkiye devrimi de dünya devriminin bir parçası olarak kavranmak durumundadır.

Türkiye bugün; iktisaden üretken kapasitesi tahrip edilmiş, kamusal varlıkları talan edilmiş, toplumsal bakımdan parçalanmış, siyasal bakımdan kamplaşmış, kültürel bakımdan ise ırki, dini ve cinsiyetçi kod ve sembollerle paralize olmuş bir ülke konumundadır. Bu tablo, Türkiye’nin “uluslararası piyasalara yeniden ve derin entegrasyonunu” tesis etmek maksadıyla uygulamaya konan neoliberal ajandanın dolaysız bir ürünüdür. AKP, sözü edilen sermaye programını ödünsüz uygulayıcısı olarak, mevcut tablonun yerli sorumlusudur.

Türkiye Cumhuriyeti’ni; halk egemenliğine dayalı, bağımsız, demokratik ve sosyal bir cumhuriyet olarak yeniden kuracak birikim ve irade, bu topraklarda mevcuttur. Bu birikim ve iradeye katkı yapmak maksadıyla; kamucu, laik, devrimci ve demokratik bir cumhuriyet programı geliştirmek acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Laiklik, kendi yazgısını belirleme iradesine sahip politik toplumun varlık nedeni olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyetinin de hem kurucu fay hattı hem de -temsili ya da doğrudan biçimleri ile- demokrasinin ön koşuludur.

Üniterlik, egemenliğin ülke sathındaki bölünmez birliğini ifade eden ilke olarak ancak demokrasi ile taçlandığında, farklı aidiyetlerin bir arada ve birlikte yaşadıkları bir ülkenin kurucu ilkesi olabilmiştir. Bu kurucu ilkenin Türkiye Cumhuriyetindeki tarihi, yukarıdaki önermenin tersten kanıtı gibidir.
Türkiye, küresel salgının da derinleştirdiği şekliyle, büyük bir iktisadi buhranın içindedir; istihdam, barınma, eğitim, sağlık, beslenme gibi yaşamsal alanlardaki büyük tahribat, iktisadi buhranın insani kriz boyutu da kazandığını göstermektedir. Hükümet sistemi değişikliği ile devletin merkez ve taşra örgütlenmesi paralize olmuş, AKP-devlet özdeşliği ile devlet idaresi dini örgütlerin kapalı av alanına dönüşmüş durumdadır. Yıllardır Türkiye devletine sızmaya çalışan dini örgütler, ussal-yasal devlet örgütlenmesinden geriye kalan koridor ve koltuklardaki varlıkları ile “devlet olduk” şımarıklığı içindedirler. Böylesi bir devlet örgütlenmesi, acil ve yaşamsal önlemleri gerçekleştirecek idari kapasiteye sahip değildir.

İktisadi buhran ve insani krizle mücadele programı hazırlamak ve bunu hayata geçirmek, Türkiye’nin acil ve öncelikli meselesidir. Türkiye’nin emekçi Cumhuriyeti olarak yeniden kuruluşu, bu çabanın içinde filizlenecektir. 21. Yüzyılın parolası belki de ilk kez bu kadim topraklardan duyulacaktır: Özgür- Eşit- Kardeşçe Yaşam İçin Egemenlik ve İktidar Halka!


1Bu yazı, Sol Forum’un anayasa başlıklı iç tartışması için kaleme aldığım metnin gözden geçirilmiş halidir.