Google Play Store
App Store
Üç karede İngiltere: Gözyaşı, yasa ve direniş

Semiha Durak / Londra

Kalbimin bir yarısı Türkiye’de, diğer yarısı İngiltere’de atıyor. Hangisine dönsem yüksek gerilim ve kırılgan dengeler. İkisi de çalkantılı, ikisi de diken üstünde. Birbirinden uzak coğrafyalarda ama benzer bir karmaşanın içinde sürükleniyorlar. Her iki ülkede de siyasetin dili temsil değil, tahakküm; çözüm değil, cezalandırma üzerine kurulu.

Geçtiğimiz hafta, bu fırtınalı atmosferin İngiltere cephesindeki en çarpıcı anlarından biri, her çarşamba Avam Kamarası’nda düzenlenen ‘Başbakan’a Soru-Cevap’ oturumunda yaşandı.

Parlamento’nun yüksek tavanlı salonunda  gözler her zamanki gibi Başbakan Keir Starmer’ın üzerindeydi. Ama bu kez, salonun dikkati  başka yöne kaydı. Başbakan’ın hemen solunda oturan Hazine Bakanı Rachel Reeves, başını öne eğmişti. Yüzü gergin, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Ve bir anda, beklenmedik bir şey oldu; gündemi sorular değil, gözyaşları belirledi.

Reeves, başbakanın hemen yanında sessizce ağlıyordu. Daha sonra yaptığı açıklamaya göre bu “kişisel bir meseleydi”. Ancak bu dramatik kırılma anı, siyasi bağlamı içinde değerlendirildiğinde gözyaşlarının kişisel olmadığı açıkça görülüyordu. Çünkü Reeves, tam da o sırada Başbakan’ın onu görevden alabileceğine dair söylentilerin ortasında, partiyi sarsan refah reformu fiyaskosunun merkezindeydi.

Yaklaşık 5 milyar sterlinlik bir açık ve partinin içinden yükselen hoşnutsuzluk dalgası… Reeves, yalnızca kamuoyunun değil, kendi partisinin milletvekillerinin de eleştirilerinin hedefindeydi. Ve tüm bunların ortasında sessizce ağlarken, Başbakan Starmer’ın gözyaşlarına tepkisiz kalması çok daha fazla konuşuldu.

Starmer ertesi gün, “fark etmediğini” söyledi:

“Oturumların hızlı temposunda ne olup bittiğini anlamam zaman aldı.”

Reeves’in ağladığını fark etmeyen Starmer, yalnızca iş arkadaşını değil, gerçeği de görmezden geliyordu. Bu sahne, Starmer’ın yalnızca ideolojik değil, insani yönünü de yitirdiğini; İngiltere siyasetinin ise nereye savrulduğunu gösteren bir andı.

Bu sert dönüşümün en somut göstergesi ise geçtiğimiz hafta yürürlüğe giren yeni yasayla kendini gösterdi: Savaş karşıtı eylemleriyle bilinen Palestine Action, terör örgütü ilan edildi.

Yasanın gerekçesi, 20 Haziran’da iki aktivistin Brize Norton hava üssündeki savaş uçaklarını kırmızıya boyamasıydı. Uçaklar, Gazze’de İsrail’e destek sağlayacak operasyonlar için hazırlanıyordu. Krmızı boya, medyanın görmezden geldiği bir gerçeği kamuoyunun dikkatine taşımış oldu: İngiltere’nin Gazze’deki katliamda rolü vardı.

Ve işte tam da bu yüzden, Starmer hükümeti alelacele harekete geçti.

Hızla hazırlanan yasa tasarısı, Palestine Action’ı terör örgütü kapsamına aldı.

Parlamentoda 385 milletvekili bu karara “evet” dedi. Sadece 26 milletvekili karşı çıktı.

Terörizm Yasası güncellenerek, İngiltere’de şimdiye dek eşi görülmemiş bir ifade özgürlüğü kısıtlaması yürürlüğe sokuldu.

Palestine Action, aynı gün içinde Maniacs Murder Cult ve Russian Imperial Movement gibi gruplarla birlikte terör listesine alındı. Diğer iki grup, uluslararası ölçekte paramiliter yapılar olarak ve şiddete dayalı geçmişleriyle tanınırken, Palestine Action bugüne dek şiddet içermeyen, doğrudan eylem temelli protestolarıyla biliniyordu.

Artık bu grubun üyesi olmak, desteklemek, sosyal medyada savunmak bile 14 yıla kadar hapis cezası anlamına geliyor. İngiltere, tarihinde ilk kez barışçıl bir protesto grubunu terör örgütü ilan ederek, sivil itaatsizliğe karşı bu denli ağır bir ceza uyguluyor.

Tüm bu süreci daha da ironik kılan ise, Başbakan Starmer’ın geçmişte protesto hakkını mahkemelerde savunan bir  insan hakları avukatı olması.

2004 yılında, bir İngiliz üssüne girip ABD uçaklarını yakan bir aktivisti savunmuştu. Mahkemede, ”yasadışı olan bir savaşı engellemek amacıyla yapılmış,  savaş karşıtı bir eylemdir, meşrudur” demiş, müvekkilini beraat ettirmişti.

Bugünse, aynı Keir Starmer,  silahsız ve barışçıl protesto gerçekleştiren ve bir zamanlar müvekkili olan aynı aktivisti, savaş uçaklarına boya attığı için “terörist” ilan ediyor, yasa çıkarıyor.

Hukukun silah gibi kullanıldığı bu çağda herkes her an terörist ilan edilebiliyor artık.

Terör tanımının her geçen gün biraz daha genişletildiğini görüyoruz.  Devlet ve ana akım medya için “terör”, artık korkudan çok kontrolü temsil ediyor.

Oysa bugün terör diye damgalanan eylemler, İngiltere tarihinde direnişin diliydi. Suffragette kadınları oy hakkı için trenleri durdurdu, camları kırdı.

Greenham Common kadınları, nükleer silahların önüne kendilerini zincirledi. Ploughshares aktivistleri, savaş uçaklarını söktü. Ve tarihe, “suçlu” değil, öncü kahramanlar olarak geçtiler

Bir dönem apartheid rejimine karşı yürütülen kampanyaların önde gelen isimlerinden eski İşçi Partisi Bakanı Peter Hain, durumun ironisine ithafen,

“Eğer bugün Palestine Action terörist sayılıyorsa, Güney Afrika apartheid rejimine karşı savaşan hepimiz de teröristtik.” dedi. Devletin tanımıyla bakarsak Nelson Mandela da bir zamanlar “terörist”ti.

Tüm bu karmaşanın, tıkanmışlığın içinde, her geçen gün daha fazla insanın içinde aynı soru yankılanıyor:

Bu sistemin içinde, hala bir hayat ve gelecek mümkün mü?

Bu sorunun cevabını uzun süredir içinde taşıyan Jeremy Corbyn, geçen hafta sessizliği bozdu; uzun süredir konuşulan ve beklenen haberi nihayet doğruladı:

Yeni bir parti kuruluyor.

Corbyn’in yanında, gençlerin kalbinde ayrı bir yeri olan, net ve açık sözlülüğüyle öne çıkan bir isim var: Zarah Sultana.

Corbyn ve Sultana’nın yolculuğu, klasik anlamda bir “yeni parti” kurma hikâyesi değil. Siyasete inancını kaybetmiş milyonlarca insana “yeniden birlikte düşünmenin, birlikte direnmenin” çağrısı.

Yeni parti sürecinin temelinde çok net bir tespit var:

“Bu düzen, yalnızca bozuk değil, artık hiçbirimizi temsil etmiyor.”

Eğitim ve sağlık hizmetleri çökerken, silah sanayi büyüyor.

Barınmak hak değil, lütuf sayılıyor. silah şirketleri vergi indirimleri alırken, savaş karşıtı olmak suç kabul ediliyor.

Corbyn ve Sultana’nın müjdesini verdiği bu yeni hareket net çizgilerden doğuyor:

Filistin’le koşulsuz dayanışma.

Silah sanayine karşı aktif mücadele.

NHS başta olmak üzere kamu hizmetlerinin yeniden kamulaştırılması

İklim ve sınıf eşitliğini birlikte düşünen politikalar.

Gençlerin, göçmenlerin, işçilerin konu değil, konuşan olduğu bir temsil anlayışı.

Yeni parti fikri heyecan verici olsa da böylesine gerilimli bir atmosferin içinde zorlu ve uzun bir yolculuk olduğu açık.

İşçi Partisi içinde Corbyn destekçisi olduğu bilinen iki kilit isim; John McDonnell, Diane Abbott — yeni parti fikrine sıcak bakmadıklarını açıkladı.

Temkinli yaklaşımlarının nedeni, en iyimser ifadeyle, İşçi Partisi’ni tamamen terk etmenin Tony Benn gibi efsanevi isimlerin ve Corbyn yıllarında büyüyen kitlesel sosyalist dalganın mirasını sıfırlamak anlamına gelebileceğini düşünmeleri olabilir.

Ancak dışarıdan bakanlar şunu da görüyor:

İşçi Partisini, içinde kalarak değiştirmek artık çok güç.

Yaşadığımız dünyada nerede durduğumuz eskisinden de önemli artık. Politika küçük ve sıradan hayatlarımızı fena halde belirliyor.

Savaş karşıtı 85 yaşında bir kadın, yeni yasanın çıktığı günün ertesi terörist ilan edilip tutuklanıyorsa, Filistin’e destek verdiği için milletvekilleri, akademisyenler susturuluyorsa…Asıl mesele nasıl bir toplumda, dünyada yaşamak istiyoruz, sorusu değil midir?

Jeremy Corbyn ve Zarah Sultana’nın birlikte kurduğu bu yeni hareket, yalnızca mevcut partiler başarısız olduğu için değil

Mevcut siyaset artık insanı, insanlığı temsil etmediği için, zorunluluktan doğuyor.

İktidarın dili savaşın ve tahakkümün dili olduğunda, harekete geçmek artık seçenekten öte, bir zorunluluk değil midir?

Corbyn ve Sultana’nın öncülüğündeki yeni partinin adı henüz konmamış olabilir. Ama anlamı ve çıkış noktası net, başka türlü bir siyaseti mümkün kılma inadı, umudu ve cesareti.