Milliyetçi olmak, hem olumsuz hem de olumlu anlam yüklenen tek sözcük değil herhalde ama toplumsal ve politik hayata damgasını vurduğu için son derece önemlidir. Dahası içerdiği tarihi tecrübeler bakımından ağır siyasal yükler taşımakta ve geçmişte olduğu gibi bugün de ülke siyasetinin temel gerilimlerini anlamada anahtar rol oynamaktadır.

Modern dünyanın düşünsel kuruluşu milliyetçilik üzerinden gerçekleşmişti. Ernest Gellner’in ifadesiyle nasıl ki herkesin bir ağzı, iki kulağı vardı, bir de milleti olmalıydı.

Milletsiz olmak, modern dünyanın yetimi olmak anlamına geliyordu. Ama milliyetçilik modernleşme sürecinde kelimenin gerçek anlamında da ‘yetim’ üreten bir sosyolojik olguya dönüşmüştü. Çünkü milyonlarca insan, bahse konu ‘idealler’ uğruna ölüyor ya da öldürüyordu.

Sosyal Bilimcilerin büyük bir bölümü, milliyetçiliğin milletleri yarattığını savunmuşlardı. Bu yaratımda asıl tanımlayıcı unsur ortak dil (lisan) idi. Daha 18’inci yüzyılın sonlarında Alman düşünürleri Fichte ve Herder buna işaret etmişlerdi. Dolayısıyla dili, yabancı kelimelerden temizlemek, milli ruhu yabancı etkilerden korumak anlamına geliyordu.

Hayali Cemaatleri yazan Benedict Anderson’a göre aydınlar, klasik milliyetçiliğin inşasında yerel diller aracılığıyla geniş kitleleri harekete geçirmeyi başarmıştı. Zira artık bu yeni süreçte milliyetçi hareketler, yerel dile dayalı milli kültürü inşa etmeli ve bu dili eğitim, yönetim ve iktisadi hayatta kullanmalıydı. Nitekim bunun sonucu olarak 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da dil araştırmalarında artışlar olmuş, yerel dillere dair sözcükler ve gramer kitapları üretilmiş; Latince gibi kutsal diller hâkimiyetini yitirmeye başlamışlardı.

---

Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de Cumhuriyetin siyasal, toplumsal ve kültürel inşasında asıl düşünsel dinamik “milliyetçilik” idi. Ekonominin, nüfusun, kentlerin, siyasetin, idarenin inşası hemen tümüyle milliyetçilik üzerine kurulmuştu. Yeni rejimin inşasında içeride kalan ve dışarıda bırakılanların belirlenmesinde de temel kriter yine milliyetçilik ve elbette Türk milliyetçiliği idi. Türk milliyetçiliğinin inşası da, benzerleri gibi esasta Türk dili üzerinden kurulmuştu. Güneş Dil Teorisi ve Türk Dil Kurumunun politik bağlamı tam olarak bununla ilgiliydi. 1934’te çıkarılan 2510 Sayılı İskan Kanu’nun amacı da “aynı dili konuşan bir toplum yaratmaktı”. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bu kanunun, tek dille konuşan, bir düşünen, aynı duyguyu taşıyan bir memleket yapacağını vurgulamıştı. Dönemin yazarları da kendilerini adeta Türk dilinin inşasına adamışlardı. Mesela Yunus Nadi’ye göre ‘Türk olmak T.C. hüviyeti taşımak demek değildi; kültürü, yaşayışı, dili, düşüncesi ve kalbi ile birlikte Türk olmaktı’

***

Kısaca Avrupa’daki gibi Türkiye’de de milliyetçilik bir diller ve milliyetçilikler hıyerarşisi kurmuştu. Bu hıyerarşinin en üstünde bulunanlar yüceltiliyor, alttakiler düşmanlaştırılıyordu. Milliyetçiliğin temel gerilimi ve açmazı tam olarak bu noktada başlıyordu. Zira kendisi için hak gördüğünü, başkası için suç sayıyordu.

Ne var ki 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında Türkiye’de 21 anadil tespit edilmişti. Üstelik bu dillerin konuşulduğu coğrafya oldukça genişti ve hatta bazı şehirlerde Türkçe en çok konuşulan ikinci dil olarak kayıtlara geçmişti. Ama yine de o koşullarda tümüyle Türkçe konuşan bir ülke yaratmak ve bunun için diğer dilleri tasfiye etmek, Türk milliyetçiliğinin en önemli ideali idi. Bu “ideal”in gerçekleşmesi için harcanan mesai ve ülkenin ödediği siyasal ve toplumsal bedel bugün dahi hesaplanmış değildir. 

Türkiye şu sıralar ‘siyasetin anahtarı’ olarak kabul edilen “ulusalcılar”ı bu tarihsel tecrübeden adeta muaf biçimde konuşuyor. Dolayısıyla nereye oturduğu belli olmayan bir ‘milliyetçilik’ söylemi dolanıyor. Oysa tam bu noktada ulusalcıların diller hiyerarşisine dair ne dediklerine kulak vermek ilgi çekici olabilir. Zira ‘ulusalcılar’ın yanıtları, bugünkü rejim kaotiğinden olduğu gibi ülkenin birikmiş kültürel/politik gerilimlerinden çıkmak için de belki bir imkân sunabilir ya da bu kapıyı geleneksel olduğu üzere yine kapatabilir. ‘Ulusalcılar’ bu anlamda da ‘anahtar’ bir rol üstlenmiş görünüyorlar.