Kapitalist kentleşmeyle, rant ve özelleştirmelerle yıkılan kentlerde kolektif dayanışma pratikleri yaşamı savunmanın örnekleri olarak felaketlere yazgılı olmadığımızı ve dahası, başka bir hayatın mümkün olduğunu bize gösteriyor

Umudu dayanışmayla örmek

UMUT YÜKSEL

Amerikalı şair Emily Dickinson ünlü şiirinde umudu insan ruhuna tüneyen bir kuş olarak metaforlaştırır. “Ve sözsüz bir ezgiyi/ Dilinden hiç düşürmeyen” bir umuttur o. İngiliz şair Emily Jane Brontë ise “Umut” şiirinde benzer şekilde bir kuş olarak metaforlaştırdığı umudu, “bencil”, “sahte” ve “acımasız” olarak niteler. Emily Dickinson’ın şiirinde “en soğuk diyarlarda” ve “en tuhaf denizlerde” sesi duyulan umut, Emily Jane Brontë şiirinde “görmek için baktığında yüzünü başka yere çeviren”, “ağladığında şarkı söyleyen, dinlediğinde duran” ve “şiddetli acılarına merhem” olmasını beklerken “kanatlanıp bir daha gelmeyen” olarak ortaya çıkar. Gülten Akın, Deli Kızın Türküsü’nde Dickinson ve Brontë’nin şiirlerindeki karşıtlığı bizzat dizelerinde yansıtır. ‘Sabahleyin’de “Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim” derken; ‘Akşamüstü’nde “Maviyi kaldırın kara koyun sırasıdır… Beni öldürürse bu umut öldürür” der. Edip Cansever “Umuş” şiirinde “Nedensiz bir çocuk ağlaması bile, çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır” diye karşılar umudu. Pandora’nın kutusundaki kötülüklerden son kalan da umuttur. Bu yüzden tekil bir umut yerine umut biçimlerinden bahsedebiliriz. Öyleyse umut, insanlığın üzerinde bir lanet mi, şaklayan kırbaçların acısını hafifleten bir merhem mi, ilerlemenin ve aydınlanmanın lokomotifi mi, yoksa yalnızca uzak ve hep uzak kalacak hoş bir ezgi midir?

Umut biçimleri

Terry Eagleton, Emine Ayhan tarafından Türkçeye çevrilen “İyimser Olmayan Umut” kitabında felsefe, edebiyat, tiyatro ve tarih metinlerini ele alarak umudu tam da bu çok yönlü biçimleriyle tartışır. Eagleton, dillere dolanan dolu ya da boş bardak imajının yarattığı edilgen pozisyonu reddederken bunun karşısına hayal kırıklığına açık olan, gerekçelendirilebilir, çabayı tetikleyen bir umut(suzluk) koyar. Şartlar ne olursa olsun, bizlere “umutlu olmamız” ya da diğer bir deyişle “enseyi karartmamamız” salık verilir. Fakat Eagleton ısrarla nesnesinden yoksun, içeriksiz bir umutla bezenmiş iyimserliğin bir tür muhafazakârlık olduğunun altını çizer. Gerçekten de olayların öyle ya da böyle daha iyiye yazgılı olduğuna inanmak, bir “mutlu son” beklentisi içinde olmak ancak masalsı bir iyimserlik olur. Bu masalsı iyimserlik gökten düşen üç elmadan birini telaşsız, çabasız bekler ve bu bekleyişin anaforuna kapılır. Örneğin, Matt Ridley’nin “Akılcı İyimser” kitabındaki perspektifi bu doğrultuda eleştirir Eagleton. Yaşamlarımızı çevreyelen eşitsizlikler, şiddet ve ızdıraplar ya geçmişteki daha kötü örnekleriyle kıyaslanarak görmezden gelinecek unsurlar ya da daha güzel bir geleceğin hazırlayıcıları oluverirler. Önceki dönemlere kıyasla şartların daha iyi olduğunu söylediğinizde çocuk işçiliği, yoksulluk, nükleer savaş tehlikesi ve çevresel felaketlerin uzak bir geçmişte kaldığını ya da gelecekte olmayacağını nasıl iddia edebildiğiniz elbette eleştirilecektir. Fakat modern çağın eğreti suretini eleştirmekle, umudu hedef tahtasına oturtmak arasında önemli bir fark vardır. Geleceği geçmişten ve geçmişin çabalarından koparıp felakete yazgılı olduğunu savunmak, geleceğin ne olursa olsun iyiye gideceğini söylemekle benzerdir. İçeriksiz bir umut kadar katıksız bir umutsuzluk da tehlikelidir.

Eagleton’ın ifadesiyle “umudun filozofu” Ernst Bloch’un Tanıl Bora çevirisiyle Türkçede yer alan magnum opus’u “Umut İlkesi”, umudu hem ontolojik hem de öğrenilen bir pozisyondan ele alır. Bloch, masalsı ya da kaderci sayabileceğimiz umuda düşme tehlikesine karşı, “Henüz-Varolmayan” olarak nitelediği bir beklenti ile kurar umudu. Bu tür bir umut her ne kadar pasif bir bekleyişten kurtarılabilecek olsa da Eagleton, Bloch’un kof bir iyimserlikle hareket etmediğini kabul ederken yine de kaderci umut biçiminden ne kadar kaçtığına şüpheyle yaklaşmaktadır. Burada Bloch’un bakış açısını değerli kılan umutlu ya umutsuz olmak değil, umudu insanlığın mayasına çalmasıdır. Bloch’un bakış açısı için “deyim yerindeyse, büyük harfle umut insanlık tarihini muazzam bir büyük anlatıya çevirmektedir” der Eagleton, “şayet gelecek şimdide gerçekten gizliden gizliye işlemekteyse, çizgisel zaman, eşzamanlı olmayan, daha çok-katmanlı bir tarih anlayışına yerini bırakır,” diye devam eder. Umut; geçmiş, şimdi ve geleceğin çizgisel uzamını bükerek ilerleyebilecekse eğer, kişisel gelişim ya da spiritüel sınırlardan kurtarılarak kolektifleştirilmeli ve politik çehresi vurgulanmalıdır.

umudu-dayanismayla-ormek-1136167-1.



Umutsuzluktan umut üretmek

Yirmibirinci yüzyılı küresel çapta artan güvencesizliklerle, yoksulluklarla, eşitsizliklerle ve izole hayatlarla sürdürüyoruz. Mutlu bir azınlığın yanında çoğunluk için gündelik hayatın kendisi temel yaşam şartlarından uzak şekilde hastalıklarla, kaygılarla, umutsuzlukla ve ölümle çevreli. Üstelik yalnızca insanların değil, bütün canlıların yaşamını tehdit eden bir felaketin içindeyiz. Öyle ki böyle bir düzlemde karşılaştığımız afetler de felaketlere dönüşüyor. Örneğin, coğrafyacı Neil Smith “Doğal afet diye bir şey yoktur,” derken tam da bu afetlerin öncesi, esnası ve sonrasının sosyal ve politik çehresini çiziyordu. Fakat bunun karşısında, hem yakın zamanda pandemi sürecinde hem de 6 Şubat depremlerinde görüldüğü üzere bu felaketler, aynı zamanda ulusal ve küresel çapta dayanışma pratikleriyle karşılanıyor. Kapitalist kentleşmeyle, rant ve özelleştirmelerle yıkılan kentlerde kolektif dayanışma pratikleri yaşamı savunmanın örnekleri olarak felaketlere yazgılı olmadığımızı ve dahası, başka bir hayatın mümkün olduğunu bize gösteriyor. Ne kentler yıkılıp ışıksız kalmaya mahkum ne de insanlar soluksuz şekilde hayatlarını sürdürürken enkaz altında kalmaya.

Böyle bir durumda, Eagleton’ın bahsettiği türde “iyimser olmayan umut” biçimini masamıza serebiliriz. İnsanlık tarihi umutsuzluklarla dolu olduğu kadar umutlarla da doludur. Emily Dickinson’ın bahsettiği umudun “sözsüz ezgisine” söz katabilmek içinse ona yüzümüzü çevirmemiz yeterli değildir, ona uzanmamız ve yanımıza aldığımız kadar karşımıza da almamız gerekir. Fakat bunu yaparken umudun birlikte inşa edildiğinin, birlikte büyütüldüğünün ve ancak bu şekilde geçmişten bugüne, bugünden yarına uzanacak bir dönüşümün parçası olabileceğinin altını çizmemiz gerekiyor. Yaşar Kemal’in bir konuşmasında dediği gibi “Yaşam umutsuzluktan umut üretmektedir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”