Google Play Store
App Store

Dilek Karaaslan “En zorlu dönem ve şartlarda bile bir parça mizaha yaslanmak, beraberliği, dayanışmayı ve direnmeyi besler diye düşünüyorum. Edebiyatın umudu besleyen, yaşatan en önemli alanlardan biri olduğuna inanıyorum” diyor.

Umudu diri tutmamız ve beslememiz gerekiyor
Dilek Karaaslan

N. Loli UYAN

Yoksunları, türlü zorluğa rağmen yaşama tutunmaya çalışanları, açmazda kalanları, yol ayrımında bekleyenleri anlatan Dilek Karaaslan’ın öyküleri, bugünün kaydını tutarken okuru büyük bir hesaplaşmaya davet ediyor. Karaaslan ile yeni kitabını ve hayata bakışını konuştuk.

Kitaptaki ilk iki öykünün Bosna Savaşı zulmünden kaçan insanların geride bırakmak zorunda kaldığı vatanlarına, acı kayıplarına, hiç bilmediği topraklarda yeniden hayata tutunma çabasına ortak oluyoruz. Bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu savaşı maalesef ekranlarımızdan izleyerek tanık olmuştuk hep birlikte. Trajik bir geçmişe doğru yola çıkardığınız okura bu öykülerle neleri hatırlatmak, anlatmak istediniz?

Aslında hatırlatmak ya da anlatmak gibi keskin, didaktik bir yönlendirme amaçlamadım. Ama yalnızca Bosna Savaşı deyip geçtiğimiz yedi, sekiz yılı bulan o korkunç süreçte, başka bir ülkeye kaçabilen, kaçamayıp öldürülen ya da oradan çıkamayan, dinini, dilini değiştirmeye zorlanan yüzbinlerce insandan yalnızca birkaçının dahi olsa hikâyelerine ışık tutmak istedim. Televizyonlarda, basında sadece ölü sayısıyla ifade edildiğine tanık olduğumuz, katliamlarla yok edilen o binlerce insanın her birinin yarım kalan bir hikâyesi olduğunun fark edilmesini arzuladım.

Prenses Karolin adlı öykünüzde taşradaki görevi esnasında yaşadığı sıkışma duygusundan kaçmak isteyen müfettişin karşısına arzu nesnesi olarak ‘Fransız asıllı’ bir kadın karakter çıkarmanızın sebebi nedir?

Aslında tam olarak taşrayla ilgili bir durum bu. Babamın görevi dolayısıyla yıllarca Anadolu’nun birçok ilinde ve ilçesinde yaşadık. Bugün cep telefonu, Internet, sosyal medya gibi araçlarla dünyanın her yerindeki her gelişmeden hemen haberdar olmak mümkün. Ama o öykünün geçtiği yıllar, 1970’lerin ilk yarısı. Dolayısıyla bugünlerden çok farklı. Bugün bile küçük yerlerde yaşayan insanlar, rutinden tekdüzelikten, birbirinin aynı olan günlerden o kadar bunalır ki, parasızlık ya da yoksulluktan bile o denli etkilenmez. Zaten parasız ya da yoksul olduğunu fark edebilmesi için bile farklı hayatlara tanıklık etmesi, farklı coğrafyaları görmesi, oralarda yaşaması gerekir. Bunu kendi çocukluğum ve ilk gençliğimden biliyorum. Değişik ve yeni insanlar mıknatıs gibi kendisine çeker taşra insanını. Bu kimi zaman ilçenin pavyonuna yeni gelen bir konsomatristir, kimi zaman yolu oraya düşmüş bir sanatçı. Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi, bazen “Belki şehre bir film gelir” ve hayat değişir. Büyük şehirden tayin olup gelmiş yeni bir aile, bekar bir kadın ya da erkek. Hatta bazen çocukluğumda gördüğüm gezgin sirkler, göstericiler bile küçük ilçelerde, kasabalarda aynı etkiyi uyandırır. Yeni gelenler, yıllarca, gün be gün aynı hayatı yaşayan taşra insanının başka yaşamları fark etmesini, hayal kurabilmesini sağlar.

Cumartesi Anneleri’ne atıfla yazdığınız için özellikle sormak istiyorum. Toplumsal çatışmalar, etnik ayrıştırmalar sonucu sebepli, sebepsiz kayıplar ve geride kalanların gerek hak arayışına gerekse insani koşullarda arayışlarına bir karşılık bulabileceğine dair inancınız var mı?

Çok zor bir soru ama cevabı da içinde barındırıyor. Toplumun her bireyinin başımıza gelen her şeyden kendi ölçeğinde sorumlu olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla her birey demokratik hakları çerçevesinde, toplumu etkileyen olaylar için tepki verir, mücadele ederse, kazanan toplumun tamamı olur. Çünkü aslında kamu otoritesi ya da devletler üzerindeki en iyi kontrol, bireylerin demokratik haklarına sahip çıkma yeteneğiyle şekillenir. Ve evet, belki çok kısa vadede değil ama insanların kendi hak ve özgürlüklerine sahip çıkma kültürünün gelişmesiyle her tür hak arayışlarına olumlu yanıtlar alacağı umudunu besliyorum.

Aile kutsaldır genel kabulünü, sorgulamaksızın bir teslimiyetin içine doğmuş olmanın sakıncalarını, Aile Mirası adlı öykünüzde tüm çarpıklığıyla aktarmışsınız. Kutsallık atfedilen olguları, dokunulmazlık zırhını, dogmatik inançları ters yüz etmek mi istediniz?

Maalesef sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi, ‘aile kutsaldır,’ şeklinde bir genel kabul var, ama ne yazık ki, bu mutlak bir doğru değil. Sorunuzdaki gibi iri bir iddiam yok ama bir yönüyle bana dokunan, mutlu eden ya da rahatsız eden konuları yazdığımı fark ediyorum. Soruya dönersek, aile bireylerini, özellikle de kendilerini koruyamayacak durumda olan çocukları, onlara gücü yetebilecek gerek aile ve yakın çevre gerekse okulda oluşabilecek her türlü şiddetten korumak ve bunun için gerekli yasal düzenlemeleri de hayata geçirmek gerekli, diye düşünüyorum.

Kitaba ismini veren öykünüz Hayatımızın En Uzun Kışı kurgusu, içeriği, çocuk karakterin bitimsiz gelgitleri, baba figürünün ani kaybının çocukta yarattığı travmanın tezahürü çok etkileyici bir dil ve anlatım gücüne sahip. Bu tarz bir öykünün dinamiğinde öncelediğiniz şeyler nelerdi?

Bu öyküyle çocuklarla yetişkinlerin, dünyayı, yaşamı, ölümü, doğru, yanlış kavramlarını, olan biteni algılama, anlama açısından ne kadar farklı olabileceklerini ve hayal güçlerinin sınırsızlığını böyle bir kurgunun içinde hikâyeleştirmek istedim. Farklı bir anlatım tarzıyla yazdığım deneysel bir öyküydü. Okurun bu öykü hakkındaki fikrini özellikle merak ediyorum.

Her ne kadar yaşam tezatlıklarla dolu olsa da neşeyi, umudu elden bırakmıyoruz okuduğum birkaç öykünüzün içinden tebessümle geçtiğim yerler olmadı değil, sizce insan ne için yaşar? Yahut bir yazar olarak okurlarınıza son bir söz ne söylemek istersiniz?

Belki biraz klasik olacak ama her durumda umudu diri tutmamız ve beslememiz gerekiyor, diye düşünüyorum. Hep olumsuzları konuşarak beslemek ve zihnimizi sessiz bir yenilgiye hazırlamak yerine herkesin yapabileceği en iyi işi ya da uğraşı yapıp üretime devam etmesi, olumlu olanı besleyip büyütecektir. En zorlu dönem ve şartlarda bile bir parça mizaha yaslanmak, beraberliği, dayanışmayı ve direnmeyi besler diye düşünüyorum. Edebiyatın umudu besleyen, yaşatan en önemli alanlardan biri olduğuna inanıyorum.