Google Play Store
App Store

Toplumların gelişmesinde üniversitelerin ayrı bir yeri ve önemi olduğu bilinir.

Günümüzün üniversitesinin “eşzamanlı olarak” yapması gerekken üç temel işlevi şöyledir:  var olan bilgiyi öğretmek; yeni bilgi üretmek ve bilginin topluma yayılmasına çalışmak.

Üniversitenin bu üç işlevini yerine getirmesi için, parasal kaynak konusu bir tarafa, yönetiminin özerkliği ve bilimsel çalışma özgürlüğünün varlığı biri birini tamamlayan iki vazgeçilmezdir. Bunlar yoksa üniversite de yoktur.

ABD’DE OLAN

New York Times 15 Nisan sabahı Harvard Üniversitesi ile Başkan Trump arasındaki bir  “büyük çatışmayı” iri harflerle başlığına taşıdı.

Başkan Trump, dünyanın sayılı üniversitelerinde biri olan Harvard’dan iki istekte bulunuyor. Bunların birinde üniversitenin her tür “işe alma politikasını”  gözden geçirmesini; ikincisinde de yasaklara ve kurallara uymayan, son Filistin Savaşında ABD-İsrail karşıtı gösteri yapan  “yabancı öğrencilerin adlarının bildirilmesini” istiyor.  Ve sopayı da gösteriyor;  bunlar yapılmazsa üniversitenin Federal hükümetten her yıl aldığı 2,2 milyar dolar araştırma parasının kesileceğini buyuruyor.

Trump’ın  “kendisi ile bir bakanın” imzaladığı yazısına Harvard yönetimi, nasıl yanıt verdi dersiniz?

Üniversite, en tepedeki iki yöneticisinin,  Rektörün ya da Mütevelli Heyeti Başkanının değil, “iki avukatının” imzaladığı bir yazıyla koca ABD Başkanı Trump’ın bu isteklerini elinin tersiyle geri çevirdi. Oysa üniversiteye verilmeyecek olan 2,2 milyar dolar az para değil, yıllık 23 milyar dolar olan üniversite bütçesinin yaklaşık onda biri.

Harvard bu kurumsal dik duruşuyla üniversitenin iki olmazsa olmazını, yönetimde özerkliği ve bilimde özgürlüğü çok güçlü bir biçimde korudu. Trump da saldırganlığını Harvard’ın “vergi bağışıklığını”  kaldıracağını açıklayarak yeni bir boyuta taşıdı.

İşin ilginci bu konuda kalem oynatan bizdeki çoğu yorumcular,  Trump’ın Harvard’a saldırısını onun “popülizmine,  dinci görüşlerine ve Yahudi yandaşlığına” bağlıyor; asıl vurgulanması gereken noktayı, üniversitenin dik duruşunu,  tamamıyla bir tarafa bırakıyor. Haksız da sayılmazlar; üniversiteyi unuttular. Çünkü bizde sözü edilecek gerçek bir üniversite kalmadı!

BİZDE OLMAYAN

Cumhuriyet, önce İstanbul üniversitesini çağdaş bir bilim yuvası olarak yapılandırdı. Sonra Ankara’da binasının ön yüzünde Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün   “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir, Fendir” sözleri yazılı Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi – DTCF den başlayarak, buna daha önce mektep ve enstitü olarak kurulmuş olan Hukuk ve Ziraatı da ekleyerek ancak 1946’da ikinci üniversitesini kurdu. Kurucu, 3. Üniversitenin Van’da kurulmasını istiyordu.

Üniversite özerkliği ve bilimsel özgürlük 1946 Üniversiteler Yasası ile yerleştirilmek istendiyse de aynı yıl başlayan Soğuk Savaş yıllarında, özellikle  bilimsel özgürlük tümüyle güdük kaldı.  Bu ikili, özerklik ve özgürlük,  1961-71 arası, özgürlüğün en güzel on yılı dışında bu ülkede hiçbir zaman yaşanmadı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yıkımları üniversiteyi yerle bir etti

Üstelik Soğuk Savaş’ın da sona erdiği 1990’larda “bir apartmanda oturanlar bile yöneticilerini seçerken benim üniversitem yöneticisini seçemez; Türkiye bu ayıbı taşıyamaz”  diyerek işbaşına gelen Başbakan Demirel ve yardımcısı bilim insanı  İnönü’nün koalisyon hükümeti  yıllarında da, üniversite olmanın giriş kapısı olan yönetim özerkliği de gerçekleşmedi. Yalnızca “öğretim üyelerinin oyları ile saptanan altı adayın içinden YÖK tarafından seçilen üçünün Cumhurbaşkanına sunulması ve onlardan birinin rektör atanması” uygulamasına gidildi.

Üniversite sayılarını üçe katlayan AKP iktidarı, rektör atamalarında kendisinden önceki   “eğilim, yoklama, seçme” gibi süreçleri de kaldırdı. Rektörleri Cumhurbaşkanı- Başkan istediği gibi atıyor.  Rektörler de üniversitelerini,  gerek kadro oluşturma, gerekse eğitim ve bilimsel çalışma bakımlarından tamamıyla  “ona göre” yönetiyor. Eş, dost, çoluk çocuktan üniversite çalışanı ve bilim insanı çıkarılıyor; üniversitenin akademik kadrosu giderek,  Osmanlı medresesini çürüten “beşik uleması” benzeri bir yapıya dönüşüyor.  Bu bilimden uzaklaşarak karanlıklaşan  yapıyı yadsıyan bu ülkenin en değerli beyinleri de çok istemelerine karşın ülkede barınamıyor;  soluğu yurt dışında alıyor.

Özel bir örnek Boğaziçi Üniversitesi’dir. Dayatma biçiminde rektör atanmasıyla 4 Ocak 2021’de başlayan kurumsal yıkım o tarihten buyana ya da tamı tamına “dört yıl üç ay 16 gündür” sürüyor.

Bizde üniversite olsaydı, onca hukuksuzluklar yaşanır ve Anayasa Mahkemesi kararları hiçe sayılırken hukuk fakültelerinden;  Evrim Kuramı ders kitaplarından çıkarılırken başta biyoloji ve fen bilimleri olmak üzere tüm bölümlerden; “faizi Nass belirler” denildiğinde iktisat fakültelerinden bir ses çıkmaz mıydı?

Bizde üniversite ne mi yapıyor?  Daha ne yapsın! En eski ve köklü olanı 30 yıl önce verdiği diplomaları yok sayıyor; aslında, kendi varlığını da yok sayıyor.

Özetle, ABD üniversitesi bilim üretiyor; toplumunun gelişmesinin beyni oluyor. Bizdeki üniversite ise beyin yiyiciliği yapıyor; kişileri sindirmenin “aracı” olarak kullanılıyor.

***

17 Nisan Perşembe “benim gerçek doğum günüm” dediğim Köy Enstitüleri’nin 85. Kuruluş günüydü. Başta Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere Enstitülere tüm emek verenleri saygı ve sevgi ile anıyorum.