Bizde ve hemen tüm dünyada üniversiteyle, akademiyle, öğrencilerle iktidarların arası hiçbir zaman iyi olmamış, hep gitgelli süreçlerde muktedirler, krallar, başkanlar, bilime üniversiteye ekşi bakmışlardır.

Üniversiteyi bekleyen büyük sınav
YÖK kuruluş yıldönümü 6 Kasım’da öğrenciler tarafından geleneksel olarak protesto ediliyor.

Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu seçilmesi halinde Yüksek Öğretim Kurulu’nu kapatacağını adaylığı resmileşmeden çok önce açıkladı. YÖK’ün sondan bir önceki icraatı ise üniversiteleri fiilen kapatma anlamına gelen yüz yüze öğrenimi askıya almak oldu. Aslında bu karar depremzedelere yer açmak bahanesiyle Kredi ve Yurtlar Kurumu yurtlarını boşaltan, öğrencileri bir gecede yersiz yurtsuz bırakan kararın uzantısı idi ve yukarıdan geliyordu.

Yukarısının bu kararı neden aldığını tartışanların büyük çoğunluğu “şu dar zamanda bir de hep asi üniversitelilerle uğraşmayalım” telaşındandır dediler. Fakat tepki büyük oldu. YÖK ve yukarısı kararlarını gözden geçirmek zorunda kaldılar. Keskin dönüş yerine her zaman olduğu gibi yumuşatılmış hibrit olsun, biraz uzaktan biraz yakından olsun, sonra bakarız ricat yöntemini uygun gördüler. Şimdi herkes öğrenciler de öğretim üyeleri de seçimi, seçimle birlikte yeşerecek umudu bekliyor.


Peki kolay mı?

Bizde ve hemen tüm dünyada üniversiteyle, akademiyle, öğrencilerle iktidarların arası hiçbir zaman iyi olmamış, hep gitgelli süreçlerde muktedirler, krallar, başkanlar, Sezarlar, çarlar bilgiye, bilime üniversiteye ekşi bakmışlardır. Bu tarihsel çatışma, tarihsel ve güncel mi desek acaba, ilginçtir. Bir bakalım: 

“Öğrenciler sınıflar aşırı kalabalık olduğu için ve öğretim aşırı derecede otoriter olduğu için protesto eylemlerine giriştiler. Kolluk güçleri müdahale ettiler; çatışmada beş öğrenci öldü. Ünlü bir üniversitede Aristo’nun eserleri yasaklandı. Çatışmalar sürdü. Üniversitede genel greve gidildi. Binalarda barikatlar kuruldu, Kral öğrencilerin ucuza kalabileceği konaklama yerleri ile ilgili düzenlemeler yapma kararı aldı. Tarikatlar harekete geçti, 12 kürsüden üçünü ele geçirdiler. Laik öğretim üyeleri öğrencileri desteklemek için dersleri boykot ettiler derslere girmeyi reddettiler. Tarikatçı öğretim üyeleri dersleri sürdürdüler. Pek çok öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı. Görevlerinden alınan öğretim üyeleri “son zamanlarda beliren tehlike” başlıklı bir bildiri yayımladılar. Bildiri ve bildiriyi imzalayanlar “Menfur, cürümkâr ve hayadan yoksun” bulunarak mahkûm edildiler.” Tüm bu olaylar 1200-1256 yılları arasında Fransa’da gerçekleşti. Ben de bu kısa özeti aktarırken Ortaçağ tarihi uzmanı Umberto Eco’nun Günlük Yaşamdan Sanata adlı eserinin (Can Yayınları) “Yeni bir Ortaçağa doğru” adlı 1. Bölüm, s. 23’teki dipnottan yararlandım.

Kaç yüzyıl geçti aradan

Tanıdık geldi mi size de. Kurtuluşun ve kuruluşun eksiğini gediğini kapatma çabası olan Köy Enstitülerinin kapatılması bir anlamda bu çatışmanın ilk örneği sayılabilir. ’50’den sonra ise “demokrat” iktidar üniversiteden hiç hoşlanmadı. ’60’a doğru yazarlara sanatçılara ve üniversiteye baskı yaygınlaştı. Gösteriler atlı polislerce bastırılır, üniversite kampüsleri kurşunlanır oldu. Profesörleri zamanın başbakanı “kara cüppeliler” diye aşağılamaya çalıştı. İstanbul Üniversitesi rektörü yerlerde sürüklendi. Ankara ve İstanbul’da iki öğrenci öldürüldü. 

Darbeler, öğrencileri ve öğretim üyelerini aydınları hapishanelere gönderdi. Darbe lideri “ne yapayım ve ben böyle aydını” diye aydınları küçümsemeye kalkıştı. Üniversitelerin demokrat, özgürlükçü, bilim ve araştırmaya önem veren kurumlar olması için mücadele eden öğrencilerin 17 gün süren direnişi sonunda bilimden yana olan öğretim üyeleri bir ölçüde özgürleştiler, üniversiteler nefes aldı ama bu uzun sürmedi. Darbeler nefes olma alanlarını hızla tıkadı, hemen her darbeden öğretim üyeleri, nitelikli akademisyenler kitlesel olarak üniversitelerden uzaklaştırıldılar. Darbeciler ve onların izini süren iktidarlar, öğrencileri, öğretim üyelerini hapsetti, öldürdü; üniversiteler biat etmeyi esas alan yönetimlere devredildi. Zaman ilerledikçe iktidarlar darbecilerden kalan mirası korumakta kararlı davrandılar, üniversitelere ve bilimsel araştırmalara yönelik saldırılar sistematikleşti. Üniversite yönetimleri akademinin elinden alındı, usulüne uygun olmayan atamalarla Boğaziçi Üniversitesi’nde ve pek çok üniversitede yandaşlık kural haline geldi.

Üniversite yerine medrese

Ama bu kadar değildir; asıl saldırı üniversite kavramına, özgür eleştirel düşünceye oldu. Çok sayıda “üniversite” kuruldu, “üniversitesi olmayan il kalmayacak” mantığı ya da mantıksızlığı ile yeterlilik ayaklar altına alındı. İlimle bilimle ilgisi olmayan derleme toplama akademisyenlerle öğrencisi bile olmayan fakülteler kuruldu. Apartmanlarda kurulan sözde üniversitelerde hiçbir bilimsel yeteneği, başarısı, yayını olmayan öğretim üyeleri baş tacı edildi. Akademik unvanlar bol keseden dağıtıldı. Üniversite fakülte kavramlarının içi boşaltıldı. Çünkü üniversite değil medrese isteniyordu. A. Haşim Köse’nin veciz ifadesiyle “Medrese sözü denetler, üniversite ise sözü ve eleştiriyi açar” (İmza ve Ötesi, Ütopya yayınları, s. 43). Geniş çaplı akademisyen kıyımı yapıldı. Çok sayıda akademisyen KHK’larla üniversitelerden uzaklaştırıldı gözaltına alandı, tutuklandı, hapsedildi. Batı’da, Fransa ve benzeri ülkelerde kurulu düzenin incelikli, aşılması güç çerçevesi iktidarları rahatlatırken bizim gibi ülkelerde iktidarlar kabalığı, nobranlığı, kıyıcılığı terk etmedi. 
Şimdi yıllar sonra bir mahkemede KHK hükümsüz sayılırken bir başka numaralı mahkeme “KHK’dır yerindedir” mantığı ile yasağı sürdürmeyi uygun buluyor. Ama akademinin kan kaybı büyüktür ve YÖK YOK olsa da işler kolay düzelmeyecektir. Çünkü Üniversite entrikalarla zedelenmiş, hurafeyle kol kola girmiş, çoktan medreseleşmiştir. 

Zararın giderilmesi için gidenlerin geri gelmesi, atanmışların, kayyımların egemenliğine son verilmesi şart. Daha önemlisi gerçek üniversitenin araştırma bilim yapma yeri olduğu, katı bürokratik kuralların, dogmanın değil, kuşkunun belirleyici olması gerektiği, donuk, alan veren türü öğrenci-öğreten ilişkisi dışında bir ilişki olduğunun kabul edilmesi kavranması gerekecek. Kolay değil, kolay değil.

Laikliğin mekânı üniversitedir

Kolay değil, çünkü eğer bir gelişme, yenilenme olacaksa bunun yalnız üniversiteleri değil, tüm sorunlu alanları kapsaması gerekiyor. Ama burada da akademiye, ağır bir sınavdan alnının akıyla geçmiş akademisyenlere büyük bir görev ve sorumluluk düştüğü ortadadır. Her zaman öncülere ihtiyaç vardır. Akademiyi medrese olmaktan kurtarmak, aynı zamanda laikliği adlı adınca, gerçek tanımıyla savunmaktır. Laik olmayan bir üniversite, hurafeye teslim olmuş bir akademi düşünülebilir mi? 

Laiklik kavramı ortaçağda Hıristiyan dünyasında ortaya çıktı. Kilise ile aydınların savaşı ile güçlendi, alanını genişletti. Kendilerini dinsel açıklamalardan uzaklaştıran aydınlanmacıların tartışmalarıyla gelişti; bu tartışmaların mekânı ise her zaman üniversiteler oldu. Bizim talihsizliğimiz, dogmalardan kendini kurtaramayan, aydınlanma filozofları ile tartışmayı hatta onlara öncelikli olduğunu gösteren düşünürleri kovalayan, susturanların, gelişmeye tartışmaya kendini kapatanların ideolojik ve politik iktidarlarının sürekliliğinin yolu tıkamış olmasıdır. Bugün hâlâ laikliği doğal bir durum değil korunması gereken bir kazanım olarak görüyorsak ya da bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi gereken bir amaç olarak tartışıyorsak belki de yolu tıkayan kaya üniversitelerin medreseye dönüştürülmüş olmasıdır.
 
***

Sınav zamanıdır. Sayılı günler boşa geçmesin, Yolu tıkayan kayayı kenara çekmek için son şanstır. Sonuçlar ne olursa olsun kuşkusuz umut tükenmez ama fırsatı değerlendirememek de kendimize ihanet olmaz mı?