Unutulmuş bir grevin hikâyesi

Semiha Durak

Her şey 19 Temmuz 1984’te Dublin’deki Dunnes Stores çalışanı Mary Manning’in kasaya gelen müşteriye, Güney Afrika meyvesini satmayı reddetmesiyle başladı. Kasada sendika bildirisini okumasının ardından açığa alınan Mary’ye iş arkadaşları da katılınca, hayatlarında ilk kez duydukları “apartheid”e karşı grev başlamış oldu.

Mary ve iş arkadaşlarının sendikası, apartheid rejimini protesto için, Güney Afrika ürünlerinin satışına karşı çıkılması gerektiğini savunuyordu. “Dünyanın en tehlikeli dükkân çalışanları” ilan edilen dokuz genç kadın ve bir genç adamın başlattığı, iki haftada biteceği öngörülen grev, neredeyse üç yıl sürdü. Ama sonunda İrlanda’nın Güney Afrika mallarının ithalatını yasaklayan ilk Batılı ülke olmasını sağlamışlardı.

Bütün bunları, yani yakın tarihin en uzun ama en az bilinen grevlerinden birinin gerçek hikâyesini, sadece birkaç hafta önce, bir gazete haberinin peşinden giderek izlediğim tiyatro oyunuyla öğrendim.

Tracy Ryan’ın kaleme aldığı STRIKE! (GREV!) 1984-87 yılları arasında, Dublin’de gerçekleşen apartheid karşıtı grevin etkileyici şekilde sahnelendiği, güçlü bir hikâye anlatıcılığına sahip. Arşiv materyallerinden, grevciler ve sendikacılar ile yapılan görüşmelerden yola çıkarak oldukça dokunaklı bir dille yazılmış. Öyle ki, oyun boyunca oyuncuların da seyircilerin de gözlerinin pek çok kez dolduğunu gördüm. Bazen dünyanın kederli, can yakan hakikatleri neden oluyordu gözyaşlarına; bazen de dayanışmanın, cesaretin ve her şeye rağmen dünyaya meydan okumanın gücü.

Çoğu henüz yirmili yaşlarının başında olan grevcilerin patronlarına, kiliseye ve devlete karşı durdukları, hatta onları yarı yolda bırakan sendikaya rağmen inat ve kararlılıkla sürdürdükleri mücadele ilham verici. Kendi hayatlarında hiç de kolay olmayan fedakârlıklara katlanmak zorunda kalmalarına rağmen vazgeçmiyorlar. Kredisini ödeyemez hale gelip evini kaybedenler de, polisten dayak yiyenler de oluyor. Sahip oldukları cesaret, şimdiki zamandan bakınca son derece sürreal görünüyor. Sendika üyesi olmalarının dışında örgütlü, “politik” insanlar değiller. Ama Güney Afrika hakkında hiçbir şey bilmeden ırkçılığa, adaletsizliğe, diktatörlüğe insan olarak karşı durmak gerektiğinin içgüdüsel inancıyla başladıkları grev, zamanla onları da değiştiren, dönüştüren bir eylem oluyor. Her gün grev alanına desteğe gelen Güney Afrikalı Nimrod’dan apartheid rejiminin korkunç gerçeklerini öğrendikçe de birbirlerine, çıktıkları yolun doğruluğuna inançları daha da büyüyor. Bundan sonra da durmak, vazgeçmek artık imkânsız hale geliyor.

İrlanda’da siyasi sürgünde olan Nimrod, Güney Afrika’yı tanımlarken “beyazın siyahın üstüne oturduğu bir bardak Guinness birası gibi” diyordu. Ve oradaki hayatı şöyle anlatıyordu; “Sokakta yürüyen siyah adam, beyaz adamı görünce şapkasını çıkarıp öne eğiliyor ve bunu yapmasını polisin söylemesine bile gerek yok; çünkü polis artık siyah adamın kafasının içinde.” Çoğunlukta oldukları kendi topraklarında, bir grup Beyaz tarafından uygulanan ırkçı, baskıcı şiddet dolu apartheid rejimi, Güney Afrika’daki Siyahlara korkuyu içselleştirdikleri, yaklaşık elli yıl süren bir dönem yaşatmıştı.

Sürgünde yaşadığı İrlanda’da Nimrod’u en şaşırtan şeylerden biri, “Beyazların Beyazlar üzerindeki tahakkümü” olmuş. Engels, kapitalizmin erken dönemlerinde kaleme aldığı İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda “İngiliz proletaryası, İngiliz burjuvazisinden farklı bir ırk,” demişti. Bu tanımlamayı yapmasının en önemli nedeni de İrlanda’dan gelen yoksul göçmen işçiler ve İngiliz işçi sınıfı arasında gözlemlediği yakın bağ olmuştu. Çünkü dünyanın bütün işçileri birbirine benziyor. Tarihten bugüne, azınlığı oluşturan varlıklı tabakanın çoğunluklar üzerinde oturduğu, baskı kurduğu, korku saçtığı adaletsiz düzenin ırksal olmaktan çok sınıfsal temellere dayandığı bir gerçek. Ama bu gerçeğin değişmeyeceğini söyleyen “polis” kafalarımızın içinde.

Grev ve iş bırakma eylemlerinin yeniden gündemde olduğu ve İngiliz hükümetinin halkın protesto hakkını yasaklayan yasalar hazırladığı günlerden geçerken, emeği geri çekmenin gücünü ve bir araya gelen bir avuç insanın yaratabileceği farkı hatırlatan oyun doğru zamanlamasıyla da takdiri hak ediyor. Tek bir kahraman yaratmaya değil, grevciler arasındaki dostluk ve dayanışmaya odaklanıyor oluşu ve karakterlerin bu dayanışma içinde kahramanlaşması bugüne dair önemli şeyler söylüyor. Bireyselleşmenin ya da küreselleşmenin değil,evrenselliğin, ulusötesi dayanışmanın kazanabildiğini, bir avuç insanın dünyayı değiştirebileceğini görmek ve bunun güzelliğini yakın tarihin içinde bir yerlerde sıkışmış, unutulmuş, gerçek bir hikâyenin içinde birdenbire bulmak iyi geliyor.

’80’lerin sevilen şarkılarından oluşan oyunun müzikleri de seyirciyle kurulan bağın güçlendirilmesini sağlamış; insan sıcaklığına duyulan nostaljik bir özlemi tetikliyor sanki müzik. Harekete, onun umuduna ve şarkılarına ne kadar hasret kaldığımızı hatırlatıyor.

Gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger, geçenlerde kaleme aldığı makalesinde, ’60’lardaki eylem ve hakikati söyleme siyasetinin yerini alan “ben” kültünün, kendine dönüş kültürünün insanların birlikte hareket etme, sosyal adalet ve enternasyonalizm duygularını yok ettiğini söylüyordu. Kimliklere bölünmüş, bireysel politikaya odaklanan postmodern siyaset anlayışının gölgesinde yetişmiş yazar, şair ve düşünürlerin birbirinden uzakta ve sessiz duruşlarını eleştiriyordu.

Pilger, “Britanya’daki liberal entellektüellerin sessizliği korkunun sessizliğidir. Kampüsteki işinizi ya da öğretim üyeliğinizi sürdürmek istiyorsanız, Ukrayna ve İsrail gibi devlet destekli meselelerden kaçınmalısınız. Jeremy Corbyn’in başına gelenler, yani apartheid İsrail’e muhalif olanların gelişigüzel biçimde ‘antisemitik’ olarak karalanması, üniversite kampüslerinde de tekrarlanıyor. […] Mesaj açık: İsrail’in dokunulmazlığı var ve onu eleştirenler cezalandırılıyor” diyordu.

Bundan kırk yıl önce Güney Afrika’daki apartheid rejimi protesto etmekte daha özgür olan aydınlar, şu an İsrail devletinin apartheid yönetimi hakkında konuşamıyorlar bile. “İsrail’in İngiltere’deki ‘varlıklarının’ ve siyasi lobiciliğinin dünyadaki etkisini” vurgulayan Profesör David Miller’in, Bristol Üniversitesi’ndeki görevinden alınmış olması nasıl açıklanabilir? Britanya’nın demokrasi ve ifade özgürlüğünün ülkesi olduğu bir ilüzyon diyebiliriz. Ve sessizlik, önceden kazanılmış özgürlükleri de alıp götürüyor. Yakın zaman önce, aceleyle yürürlüğe sokulan ve Charles’in taç giyme töreni sırasında monarşi karşıtı protestocuların gözaltına alınmasıyla iyice kendini gösteren Kamu Düzeni Yasa Tasarısı, yeni bir çağın başlangıcının işaretlerinden. 

Hakikatin kolayca kaybolduğu, kafa karışıklığının, bilgi çöplüğünün hâkim olduğu bu bulanık çağdan geçerken, ses çıkarmak da yetmiyor bazen. Sesin ne söylediği eskisinden de önemli. Joan Baez gibi bir sanatçı, kendi yaptığı Zelensky portresini “savaş kahramanı” notuyla paylaşacak kadar hakikatten ve kendinden uzaklaşabiliyor günün birinde. Ses değil, kirli bir gürültü oluyor söyledikleri. Zelensky’nin halkını savaşa sürükleyerek kâr eden biri olduğu bu kadar açıkken, savaş karşıtı olmak Zelensky’ye de karşı durmayı gerektiriyor. John Pilger haklı, Ukrayna ve İsrail bu zamanın tuzak meseleleri. Savaş karşıtlığı ve antisemitizm hassasiyetleriyle görüş açımızı bulanıklaştıran, hakikatten uzağa düşüren sıkışmalar, kırılma noktalarından. 

Joan Baez’i çirkin bir resimle değil, vaktiyle protesto ve direnişten uzaklaştığı için eleştirdiği Bob Dylan’a yazdığı şarkıyla hatırlamak isterim yine de. “Küçük zaferler ve büyük yenilgilerle / biz hâlâ sokaklarda yürüyoruz” diyordu Bobby’ye. Ve şöyle devam ediyordu, “Ama neşemiz yerinde, umudumuz da var / Ve senin için bir yerimiz.”
Sessizliğin çoğalttığı kirli gürültünün, bu bulanık çağın içinden çıkış yolu, özlemle beklenen kucaklaşmayı başlatacak küçük bir kıvılcımın, cesaretin, hareketin, eylemin ardında uzanıyor daima. Ve zamanın bulanıklığına aldırmadan kendini hatırlatıyor. Tarihin derinliklerinde, unutulmuş bir geçmişin hikâyesinde birdenbire karşımıza çıkabiliyor.