Google Play Store
App Store

1970’li yıllar, Avanos. Yazın ilk günleri. Evin önünde bir kamyonet duruyor. Kayseri’den yüz çuval şeker gelmiş. Kitap okuduğum kovuğumdan çıkıp çuvalların taşınmasını seyrediyorum.

Utanmayı bilmek...

Melih Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak’ta… Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi’de söylediği gibi, “bir gün hiç almamış gibi yapamayacağın bir telgraf almışçasına, bildiğini bilmiyormuş gibi yapmak elinde değildir” der. Bilmiyormuş gibi, hiç olmamış, hiç görmemiş gibi yapamamak… Utanmak. Ahlakın ince sınırı…

YÜZ ÇUVAL ŞEKER 

1970’li yıllar, Avanos. Yazın ilk günleri. Evin önünde bir kamyonet duruyor. Kayseri’den yüz çuval şeker gelmiş. Kitap okuduğum kovuğumdan çıkıp çuvalların taşınmasını seyrediyorum.

Gazoz şişelerine, şeker çuvallarına, benim ders notlarına, fırından yeni çıkan bazlamaya, bahçeden kopardığı domatese bile dualar okuyan annem yine işbaşında, dudakları sürekli kıpırdıyor. Bu yaz çok gazoz satılacak inşallah. Çuvallar taşınıyor, kamyonet gidiyor. Tüm aile içimiz rahatlamış halde sofraya oturuyoruz. Philips radyoda ajans zamanı. Spikerin okuduğu haberlerin içinden bir ara “şekere zam” haberini duyuyoruz. Büyük abim sevinçle “Oh!” diyor, “tam zamanında almışız şekeri.”

Ertesi gün, babamı erkenden kalkmış, evin önündeki camekânda annemle konuşurken gördüm. Canının sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi mendilini sebepsizce katlayıp duruyor. Az sonra da kalktı gitti zaten. Annem camekândan salona geçerken kendi kendine mırıldanıyordu: “Deli bu herif anam, sabaha kadar uyumamış!”

Bir saat kadar sonra geldi babam. Rahatlamış, yüzü gülüyor. Maliyeye gidip ihbar etmiş kendini. “Dün yüz çuval şeker aldım, aslında bugün alacaktım. Zamlı almam lazımken, ucuza aldım. Farkını ödemek istiyorum.”

Çocuk kafamda bile anlamıştım, babamın aslında Maliyeden değil, “utanmaktan” korktuğunu…

BRUSELLA 

Emektar sağlık memurum Refik, sesinde saklayamadığı bir kaygıyla konuştu: “Hocam, bizim köyde Brusella tespit edilmiş, Kaymakamlık karantina için gitmemizi istiyor, cip hazır…” Brusella; “peynir hastalığı” yani. Çiğ sütten ve peynirden geçen bulaşıcı, zahmetli bir hastalık.

Kasabanın tek petrol istasyonunun sahibi Kör Necip’in mutsuz bakışlarla doldurduğu verese benzini alarak yola çıkıyoruz. İki saat sonra köydeyiz. Köyün inekleri haklarındaki fermandan habersiz, ortalıkta kaygısızca dolanıyorlar. Muhtarın eve varıyoruz. Hayvanlar sayılıp tutanak tutulacak, muhtara imzalatılıp tebliğ edilecek, giriş çıkışlar yasaklanacak falan. Bizim Necip’in canı sıkkın. En büyük sürü onların çünkü. Ne peynir satabilirler ne de süt. Az sonra muhtarın gelini ayran dolu tepsiyle odaya giriyor.

“Buyrun” diyor muhtar, “Allah aşkına, çekinmeyin, için.”

Brusella ihbarıyla gelip, karantinaya aldığımız köyün yoğurdundan yapılmış ayran bize bakıyor. Kısa bir an duraklıyorum. Sonra utanıyorum kendimden. Edward Jenner geliyor aklıma. Çağının en öldürücü hastalıklarından çiçek hastalığının aşısını bulan, ilk uygulamayı da çekinmeden kendi çocuğuna yapan doktor… Ayranı afiyetle içiyorum!

İSİMLERİ EZBERLEYELİM 

1982 yılının kasımında İstanbul 1. Şube Nezarethanesi’nde Mustafa Asım Hayrullahoğlu’yla yan yana düşen Kemal Cibaroğlu bakın neler anlatıyor: “İkimiz vardık o gece. Kim olduğunu öğrenmek istedim, hiç konuşmadı, adını bile söylemedi, sadece inliyordu. Kısa bir süre sonra nöbetçi polisler geldi. Gözlerim bağlı olduğu halde inlemelerinden ne kadar kötü olduğunu anlıyordum. Polis korktu. Benim sol kolumu çözdü, ‘buna bak, tedavi et,’ dedi, çekti gitti. Yanına döndüm, kış günü olduğu halde müthiş terliyordu. Gömleğini açtım, konuşturmaya çalışıyordum, nefes almakta zorlanıyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Bir süre sonra polisin TKP timi geldi, Mustafa’nın o tim tarafından işkence gördüğü belliydi. Tekmelediler, vurdular, yumrukladılar hiç sesi çıkmadı. ‘Hastaneye götürün durumu kötü’ dedim. ‘Götürmeyiz, senden sorumlu’ dediler. Sabah 7 gibi koşuşturmacalar ile uyandım. Mustafa’nın inlemesi kesilmişti, sesi gelmiyordu. Elim kelepçeliydi, kolunu tutmaya çalışıyordum, terlemesi de geçmişti. Rahatladı diye düşündüm, uyuyor sandım, öleceğini hiç düşünmemiştim.”

12 Eylül sonrası… Üniversiteden üç arkadaşla birlikte küçük bir dairede kalıyoruz. İzmirspor durağı, Sultan apartmanı zemin kat. Galuç Mehmet, tanıdık folklor ekiplerinden birine davul çalmış, biraz para almış. Bir şişe Papazkarası, bir ekmek, 250 gram da ciğer; mutfakta uğraşıyor. Ben salonda, elimde bir dergiyle dolanıyorum. Mustafa Hayrullahoğlu’nun ölüm raporuna “işkence yoktur” yazıp imzalayan doktorların isimlerini tekrarlıyorum sürekli. Ezberim iyidir! Mutfaktan kafayı uzatıp bakıyor Mehmet, “Hayrola” der gibi. “Mustafa’ya rapor veren doktorların isimlerini ezberliyorum” diyorum. “Mezun olduktan sonra nasıl olsa bir yerlerde karşılaşacağız. Neye benziyorlar bilmem lazım. Unutmamalıyım isimlerini…”

Zümrüt filminde Sadri Alışık ve Çolpan İlhan

YÖNETMENİN AHLAKI 

Lütfi Akad, zoom yapılabilecek merceği ilk defa Zümrüt filminde, kameramanı İlhan Arakon’un elinde görür. Filmde az da olsa kullanmasına rağmen bu mercekle ilgili düşünceleri ilginçtir: “Hareketi ‘zoom’la ya da ‘travelling’le sağlamak sinemacılık değildir. Olur olmaz yerde kullanıyorlar. Bir nevi şantaj oluyor seyirciye. Adam para ödemiş, iyi niyetle gitmiş sinemaya, karanlıkta bir koltuğa oturmuş, bir tek yer aydınlık… İster istemez oraya bakmakta… Yani her şeyiyle teslim olmuş bir insana şantaj yapmak çok ayıp. Bu, adamın iyi niyetini kötüye kullanmaktır…”

Kamerasının merceğine bile “ahlaki” kaygılarla bakan Lütfi Akad, o yıl Venedik Film Festivali ana yarışmaya seçilen filmi için, “filmim böyle bir yarışma için yeterince güçlü değil, bu haliyle katılmaktan utanırım” demekten de çekinmeyecektir.

“BEN BURADAYIM” DİYEBİLMEK 

Yıl 1926, İzmir. İzmir Suikastı davası sonuçlanmış. Epeyce insan asılmış. İttihat Terakki’nin ileri gelenlerinden Abdülkerim hakkında da idam kararı verilmiş, aranıyor. Gidebileceği hiçbir yer yok, yakalandı yakalanacak. Sonunda, bir gece yarısı Beşiktaş’ta eski arkadaşı Emin’in evine gelir. Kapıyı açan Emin Bey’in ablası Perihan; Abdülkerim’i tanır ve başlarına bir iş gelecek korkusuyla, “Emin Bey evde yok” diyerek yalan söyler. Abdülkerim hiçbir şey söylemeden gider. Sesleri duyan Emin Bey, üst kattan aşağıya inerek ablasına sorar:

“Kimmiş gelen, nedir istediği?” 

“Yok bi şey… Yok…” 

“Ne demek… Saat üç…” Perihan gerçeği söyler: 

“Abdülkerim Bey gelmiş abi… Almadım içeriye…” 

“Ya?…” 

Bundan sonrasını yine Kemal Tahir’den dinleyelim:

“…Emin Bey, kendisine engel olmak isteyen ablasını sanki yüz kere yapmış gibi, hırsla kolundan tutup savurdu; ‘Çekil be!…’

Yay gibi sıçradı, merdivenleri üçer dörder atlayarak indi. Cambaziye mahallesinin Tatlıkuyu sokağını inim inim inleterek var gücüyle bağırıyordu: “Arkadaaaş… Arkadaaaş… Emin’i arayan arkadaş!… Buradayım ben, buradayım!”