Ütopyanın sonu mu?
Marksizm olanakları gittikçe genişleyen büyük bir ütopyanın geçerliliğini yitirmeyen temelidir; sosyalistler bilim ve teknikteki gelişmeleri kapitalizmin elinden alabilecek potansiyele sahiptirler. Şimdi büyük yenilginin arkasından olup biteni eleştirinin acımasız süzgecinden geçiriyor, ütopyamıza geri dönüyoruz.

İnsanın geleceğe ilişkin tasavvurlarını resmeden ütopyanın artık geçersizleştiği, anlamını yitirdiğini söyleyenler var. Bunun temel nedeni olarak bilim teknikteki gelişmelerle ütopyaya açık bir alanın kalmaması gösterilebiliyor. Gelecekle ilgili tasavvurlarımızın, hayal gücümüzün hızı ile yarışan bilimsel teknik gelişmeler, biz daha herhangi bir öngörüde bulunmadan, hayal kurmadan gerçekleşiyor; düşünce sistemimize de aşılması güç bir çerçeve, can sıkıcı sınırlar çiziyor. Bu iyimser ve kötümser yaklaşımlara/yorumlara kapı açan gelişmenin, bireyi hareketsizleştirirken, en büyük bunalımını yaşayan kapitalizme de hayat öpücüğü olduğu söyleniyor. Özellikle çağdaş ütopyanın en yeni örneği olan ama kendini eleştirmeyi başaramadığı için yıkılan sosyalizm denemesinin yenilgisinin, kapitalizm için yeni bir fırsat yarattığı iddiası da doğrusu yabana atılır bir düşünce değildir.
Yeryüzündeki kurtuluş hayallerini resmeden ütopyanın mekânı değişti, bilimkurgu ile yenilendi. Ama bilimkurgu edebiyatı, atomaltı parçacığın derinlikleri ile evrenin sonsuzluğu arasındaki büyük alanı anlatmakta yetersiz kalıyor, gelişmenin hızı ile baş edemiyor. Felaketlerin ağır bastığı karşı ütopya ağır basıyor sanki. Ütopik tasavvur, bir kurtuluş tasarımı olarak bir kenti, bir devleti ya da devletsiz bir yaşam formunu, farklı bir dünyayı biçimlendirmeye çabalarken, felsefeci Nick Bostrom’un bir hayalden, bir simülasyondan ibaret olduğumuzu söyleyen, uçuk ve distopik söylemiyle pek ağır bir darbe yemiş oldu!
∗∗∗
Şaka bir yana ütopya sona ermişse, artık kendine bir alan bulamıyorsa, insanın kurtuluşu, kendi kendini üretmeyi başardığında yapay olmaktan çıkacak olan zekâ ile robotların insafına kalmışsa nereye gidiyoruz biz? İnsanlığın her zaman olduğu gibi bedeli ne olursa olsun bir çıkış yolu bulabileceğine inananlardanım. Şimdi karanlık görünen tünelden çıkış ışığını hayal edebilen, ölmemiş olan ütopyayı canlandıracaklar hâlâ vardır. Bunu sağlayabilecek güçler yok olup gitmediler. Postmodernistler ve kapitalizmle özgürlük konusunda anlaşamadıklarını hep öne süren ama hep teslim olan liberaller ne derse desin sonunda insan kazanır. İşçilerin, çalışanların, üretenlerin belirleyici nesnel güç olmayı hâlâ sürdürdüklerini, her yenilgiden dersler çıkarmayı, eleştiri oklarını kendilerine yöneltmeyi bildiklerini, entelektüel birikimi besleyecek bir gelecek tasavvuru olarak ütopyalarını yitirmediklerini, statükonun ifadesi olan karşı ütopyalara yenilmeyeceğimizi düşünüyorum. Yoksa hayal mi kuruyorum, ne dersiniz?
∗∗∗
Ütopyalarını yitiren ya da hiçbir zaman bir kenti, ülkeyi, devleti ya da devletsizliği savunma, olup bitenleri görme, anlama daha önemlisi anlatma cesareti gösteremeyenler, hayallerini geçmişle sınırlandıranlar da var. Ütopya geleceğe bakışsa, bir gelecek tasavvuru ise onu geçmişte aramak yok saymak değil midir? Yüzüklerin Efendisi’nin iyi ve kötü kahramanları eski çağların insanlarıdırlar; tuhaf iyi ve övgüye değer bir eko sistemi savunan Avatar’ın kahramanları modern silahlara sahip geleceğin kötüleri ile savaşırlar. Ve nihayet Matrix’te sanal gerçek ile kafası karışmış bilim kurgu seyircisi sinema salonlarını doldurur. Yeryüzünde geniş kitleleri hâlâ etkisi altında tutan ve daha da etkilerini yitirmeyecek dinler bugün ve gelecekle değil geçmişle ilgili tasavvurlardan güç alır. Altın çağ, Asr-ı saadet, geçmişin canlandırılabileceğine inanır. Cennet ve cehennem ise dinlerin ütopyası ve karşı ütopyasıdır. Gelecek tasavvuru yani ütopyası geçmişteki mutlu ve kutsanmış bir dönemin tekrarlanmasını öngören dinsel ütopya umulduğu gibi gelecek açısından ufuk açıcı hayalleri içeremez. Ama yine de bir cennet tasavvuru geçerli ve etkin bir ütopya sayılamaz mı? Aynı şekilde cehennem tasavvuru da bir distopya/karşı-ütopya olarak tüm kutsal kitapların ve dinlerin geçmişten geleceğe ait edebiyatının ana unsuru olmayı sürdürmüyor mu? Ütopya ya da karşı ütopya evet ama geçmişle sıkı bağlılığı nedeniyle gelecekle ilgili bir tasavvur olmadığını söyleyebiliriz. Batıda gelişen ütopya anlayışı ise dinsel öğeler taşısa bile gelecek tasavvuru, gelecek kurgusu olarak gelişti. Onun şimdiki derdi bilimkurgu ile yapay zekâ ile henüz sonuçlanmamış hesaplaşmadır.
∗∗∗
Ütopyalar ve karşı ütopyalar/distopyalar geçmişten bugüne ve geleceğe uzanan zamanın içinde insanlığın tarihine canlı müdahalelerdir. Tarihi anlamak istiyorsak, yalnızca zaferlerin değil yenilgilerin tarihi olarak da görmemiz gerekecektir. Örneğin güncel tehlike ve tehdidi anlamak istiyorsak, George Orwell’in 1984’ünün yazıldığı zamanın bir karşı ütopyası olarak değerlendirebiliriz; bugünse distopik bir eser olmaktan çıktığını, günün gerçeğini anlattığını korkuyla, ürpererek okuyoruz. Öngörü gerçek oldu. 1984’ü Türkçeye çeviren sevgili Celâl Üster “ütopyalar da insanlığa sunulan bir ‘düş’tür, karşı ütopyalar ise bir karabasan” diyor giriş yazısında (Can Yayınları, s. 14). Kimi zaman ikisi birbirine karışır. Şah Pehlevi’nin diktatörlüğü altında inleyen İran’da aydınlar ütopik sayılabilecek bir bekleyiş içinde çağın en zalim, gerici ve takiyeci mollaları ile işbirliği yaptılar; kısa bir süre sonra distopik bir romana dönüştü İran. Hâlâ o karabasanı yaşıyor.
∗∗∗
Ama ütopyaların yok olmayacağını savunuyorsak ve gelecekle ilgili gerçekleştirilebilir tasavvurların nasıl şekilleneceğine kafa yormak gerekecektir. Yeni ütopyaların bilim teknikteki gelişmelerle nasıl bir ilişki içinde olacağını, insanlığın yapay zekâyla robotlar dünyasıyla nasıl baş edeceğini, hızla yaklaşan tehlikeyi düşünmek, hayal ederken gerçeklerle ilişkiyi korumayı nasıl başaracağımıza dair sorulara nasıl yanıt vereceğimizi, çok bilinmeyenli problemi nasıl çözeceğimizi de tartışmak zorunda değil miyiz?
Marksizm olanakları gittikçe genişleyen büyük bir ütopyanın geçerliliğini yitirmeyen temelidir; sosyalistler bilim ve teknikteki gelişmeleri kapitalizmin elinden alabilecek potansiyele sahiptirler. Şimdi büyük yenilginin arkasından olup biteni eleştirinin acımasız süzgecinden geçiriyor, ütopyamıza geri dönüyoruz ve değerli Onur Bilge Kula’nın Brecht, Lucacs, Bloch adlı eserinden (İş Bankası Kültür Yayınları, s. 626) Herakleitos’un sözünü aktarıyoruz:
“Umulmayanı ummayan onu bulamaz.”