Uyanış
Bir kâbusun içinde gibiyiz. Sokak köpekleri, Narin, sokak ortasında hunharca işlenen cinayetler... Freud‘a göre kâbus uyarıların tekrarıdır; gerçekliğe uyanılmadığı sürece bu uyarılar devam eder. Ama toplu halde görülen bu kâbustan uyanılmak istenmiyor. Gerçeklik, gerçeğe uyanmak daha mı korkutucu? Pek çok şeyin bir yalan olduğunu, bütün bu yalanlara inanmak için çok çaba sarf etmişken her şeye sıfırdan başlamak mı ürkütücü? Ya da bugüne kadar gerçeğe uyananların başına gelenlere tanık olmak mı? Kâbustan uyanmak istemeyen, tatlı bir rüyadan hiç uyanmak istemez. Büyük ülke, büyük lider! Hitler de takipçilerine tatlı rüyalar gördürmüştü. Halkı uyandırmak isteyenlere kulak asılmamıştı.
ZEVK ÇAĞI
Kapitalizmin gördürdüğü tatlı rüyaların bugün yan etkilerini yaşıyoruz: Panik, terör, aciliyet, yabancı düşmanlığı, her türden bağımlılık, anksiyete, cinnet... Yasaklar çağından zevk çağına geçildiğinden beri bağımlılıklardaki bu artış hiç de şaşırtıcı değil. Duane Rousselle, ‚Psychoanalytic Sociology‘ adlı kitabında tekillikler çağında konuşmanın, yani anlaşılamamanın imkânsız hale gelmesinin bağımlılıkları arttırdığını yazmıştı. Çünkü tekil birinin elinde sadece zevk seçeneği var. Başkalarıyla nasıl tatmin edici bir ilişki kuracağını bilmeyen, ‚güçlü ve bağımsız‘ olma propagandasına kendisini kaptırmış biri sosyal düzene katılabilir mi? Lacan‘a göre, bağımlılık ‚konuşmasız alan‘ı işaret eder. Bütün bağımlıların „ilişki kurma, iletişim kurma, konuşma sorunları“ olduğunu yazmış Rousselle: „Bir tekilliğin başka bir tekilliğin anlayabileceği şekilde konuşması zor...“ Tekilleri bir araya getirebilecek tek şey, benzer zevkler ve benzer acılar... O zevk ve acı bittiğinde herkes kendi dünyasına, bağımlılıklarına döner.
KİŞİYE ÖZEL
Ama yasaklar bütünüyle ortadan kaldırılmış da değil, tıpkı sosyal medya, televizyon, hatta bilgisayar oyunlarındaki gibi kişiye özel, özelleştirilmiş ürünlere benzer yasaklarla dolu ortalık. Telefon bağımlılığı için geliştirilen ürünler, dijital detokslar, beslenme yasakları... Artık her şey tekilliğe uygun olarak kişiye özel bir hale getirilmeye çalışılıyor. Çalışma hayatında da kişiye özel çalışma saatleri var artık. Bazı şirketler, çalışanlarının çalışma saatlerini kendilerinin belirlemesini istiyor, hatta isterse evden, isterse ofisten, isterse tatil yaptığı yerden çalışsın. Bu durumun olumlu yanları olsa da, bilinen anlamda topluluk ruhunun değiştiğini, artık başka tür bir insan ve toplumla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor.
İZOLASYON
İşçi sınıfı, köylerden koparılanların toplu halde şehirlerdeki fabrikalara yerleştirilmesiyle oluşmuştu ve bu bir aradalık ve kader ortaklığı onlarda bir sınıf bilinci ve kültürü yaratmıştı. Şimdi pandemiyle birlikte iyice yaygınlaşan uzaktan çalışma, gönüllü işsizlik, izolasyon ve yabancılaşma herkesi tek başına yaşamaya, kendine yetmeye zorluyor. Bu süreç henüz toplumun tüm kesimlerine tabii ki ulaşmış değil, ama tek tek bireyler özelinde işliyor, derinleşiyor. Fabrikada bir işçi, evine gittiğinde akıllı telefonuyla o dünyanın içine kolayca dalabiliyor. Herkesin güçlü ve bağımsız olmaya çalıştığı bir dünyada, İngiltere‘de olduğu gibi Yalnızlık Bakanlığı‘nın kurulması bu nedenle şaşırtıcı değil. Bir yandan irili ufaklı tarikat ya da tarikat benzeri kapalı topluluklar da toplumun içinde küçük adacıklar yaratarak başka tür bir izolasyon sağlıyor. Bu değişim, doğal olarak dışlamayı ve linç kültürünü de peşinden getiriyor.
Değişen dünya ve insan karşısında, bizim yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Ama önce rüyadan uyanmayı istemek gerek. Ama uyanmak, hiç de öyle kolay değil. Hayatı garanti eden zevk ilkesinin zarar gördüğü, yani yaşama yüklediğimiz anlamın kırıldığı bir andır uyanış. Gerçeğe uyandırması gereken bilim bile, gerçeğin yerine geçecek daha büyük fantezilerin peşinden koşarken işimiz zor.