Uyarlanmış dünyayı değiştirmek…
Hiç kimsenin perdeye ya da sahneye uyarlamaya cesaret edemeyeceğini düşündüğümüz yapıtlar vardır; gücünü sözcüklerin şöyle değil de böyle sıralanmış olmasından, şu sözcüklerin değil de bu sözcüklerin seçilmiş olmasından alan, görselleştirmek için çalışmaya başladığınızda o dokunun nasıl da dağıldığını görebileceğiniz büyük yapıtlar... Kolombiyalı gazeteci-yazar Gabriel Garcia Marquez’in romanı Yüz Yıllık Yalnızlık da onlar arasındadır.
Büyülü gerçekçilik akımının bu başyapıtında Buendia Ailesi’nin kuşaklara yayılan muhteşem hikayesi o kadar güçlü bir biçemle anlatılır ki, o sözcüklerin bir tekinden bile vazgeçilemeyeceğini içten içe hissedersiniz.
Netflix Kolombiya bir cesaret göstermiş, Yüz Yıllık Yalnızlık’ı sekiz bölümlük bir dizi olarak uyarlamış. Yüksek puanlı seyirci değerlendirmelerine bakınca, diziyi izlerken kitabın yarattığı etkinin peşinde koşup da umduğunu bulamayan sadece benmişim gibi hissettim.
∗∗∗
Uyarlama işinin doğasında bu risk hep vardır. Edebiyatın anlatım dili ve araçlarıyla sinemanınkiler birbirinden tümüyle farklı olduğundan, seyircinin okuduğu yapıtla izlediği yapıtın bir ve aynı şey olmadığını -olamayacağını!- baştan kabullenmesi gerekir. ‘Özgün senaryo-uyarlama senaryo’ ayrımı da bu yüzden var.
Ben de bunu biliyor ve kabulleniyorum zaten, ama seyircilik işinin teorisiyle pratiği her zaman örtüşmüyor işte... Yazınsal ürünle görsel ürünü ne kadar ayrı yerlere koyarsanız koyun, yıllar önce kitabı okurken hissettikleriniz tıpkı çocukluk anılarını taşıyan kokular gibi, gelip yakanıza yapışıyor: Bu Aureliano benim tanıdığım Aureliano değil! Ursula kesinlikle böyle görünmüyordu!
Kolombiyalı karakterlerin nasıl göründüğünü, nasıl giyindiğini, nasıl konuşup nasıl davrandığını Kolombiyalı bir yapım ekibinden daha mı iyi bileceksin?! Peter Ustinov gibi bir ustaya, bilmediği bir dünyaya dalıp İnce Memet’i mahvetti diye çemkiren sen değil miydin?!
Aynı okurun bir yapıtı 18 yaşındayken okumasıyla 48 yaşında yeniden okuması bile birbirinden dağlar kadar farklı deneyimlerken, edebiyat-dışı yöntemlerle anlatılmış versiyonlarını görünce nasıl etkileneceğini tahmin etmek zor değil...
Senaryo deslerinde vermeyi pek sevdiğim örnek üzerinden gideyim: “Adam ağacın altında oturuyordu.” tümcesi, onu okuyan herkesin aklında farklı bir adam (yaşlı-genç, uzun-kısa, zayıf-şişman, kel-gür saçlı vs.), farklı bir ağaç (parkta-bir tepenin yamacında, yemyeşil-yaprakları sararmış/dökülmüş, köknar-meyve ağacı vs.), farklı bir oturma biçimi (bir bankta-toprağın üstünde, sırtını ağaca yaslamış vs.) oluşturacaktır. Edebiyatın güzelliği de bundandır zaten.
Birileri çıkıp bu tümceyi görselleştirdiğindeyse, artık hepimiz aynı adamı, aynı ağacı, aynı oturma biçimini görürüz. Tümceyi önceden okumamışsak, yani hayal gücümüzle o sahneyi daha önce canlandırmamışsak sorun yoktur. Ama algı evrenimizde zaten oluşmuş bir adam, bir ağaç vs. varsa, vay o yönetmenin haline!
Yüz Yıllık Yalnızlık dizisi, bir uyarlamanın bu tür temel sorunlarının hepsini taşıyor. Bir de senaryo ekibinin hiç sözünü etmeye gerek görmediği karakter ve olaylar var ki, dizinin final sahnesinde kendini fazlasıyla hissettiriyor.
∗∗∗
Buna rağmen, ilk birkaç bölümün bazı sahnelerinde sanki bir Inti Illimani şarkısı dinliyormuş gibi hissettirdiğine göre, Yüz Yıllık Yalnızlık çok da başarısız bir yapım olmasa gerek. Özellikle ‘uykusuzluk hastalığı’ sahneleri, kitaptaki anlatımı aratmayacak kadar iyi.
Uykusuzluk hastalığına yakalanan Macondo halkı, önce buna çok sevinir. Artık yapmaya zaman bulamadıkları işleri de yapabileceklerdir. Ama uyumadıkları her gece, feci bir unutkanlığı da beraberinde getirir. Her gün kullandıkları nesnelerin adını anımsayamadıkları günlerden aile bireylerini tanımadıkları günlere geçmeleri uzun sürmez. Bu salgının ilk zamanlarına dair bir bölümü, Seçkin Selvi’nin Can Yayınları için yaptığı güzel çeviriden aktarayım:
“Ağıla gitti, ne kadar hayvan, ne kadar bitki varsa, onlara da birer inek, keçi, domuz, tavuk, manyok, kaladyum, muz etiketi kondurdu. Zamanla bellek kaybının nerelere varabileceğini inceledikçe, eşyanın adını üzerindeki yazıdan çıkartabileceklerini, ama neye yaradığını unutacaklarını da kavradı. O zaman işi daha da geliştirdi. İneğin boynuna astığı şu yazı, Macondoluların bellek kaybına karşı nasıl hazırlıklı olduklarının somut kanıtıdır: Buna inek derler. Süt versin diye her sabah sağılması gerekir, sütün de sütlü kahve yapmak üzere kahveyle karıştılabilmesi için kaynatılması şarttır.”
Dizinin o sahnelerini izlerken şunu düşündüm: Türkiye’yi de böyle etiketlerle donatsak? Hukuk, adalet, hak, özgürlük, eşitlik, iyilik, saygı, tokgözlülük, paylaşmak...
Kitabı ilk okumamda da, ikinci okumamda da hiç aklıma gelmeyen bir şeydi bu... O zamanların Türkiyesi de güllük gülistanlık değildi elbette, ama hiç bu kadar kötü olmamıştı. Dizi, yaşamsal kavramları unutmanın o kötü karanlığını böyle sert biçimde düşündürdü.
Belki de kitabı yeniden okumak lazım; Macondo’nun nihai yıkımı kendini nasıl belli ediyordu, anımsamak için...