Üzerimde iz, ağzımda tat
Son her canlı için aynı, kaçınılmaz. Belli bir yaşa geldiğinizde etrafınızdakilerin gidişine daha sık tanık oluyorsunuz. Üzerinizde iz, ağzınızda tat bırakmış insanlar... Geride anılar bırakarak gidiyorlar.
Geçen gün, ölümlerinin ardından, biraz geç, hayatımın unutulmaz dönemlerinde yollarımızın kesiştiği, üzerimde bıraktıkları iz ve ağzımda kalan tatla unutamayacağım iki insanın kaybını öğrendim. Son yolculuklarında olmak isterdim, olamadım.
İsmail Bağrıyanık (01.01.1952 – 15.02.2025), “ağzımdaki tat” dediğim arkadaşım. Yolumuz 12 Eylül Darbesi sonrası Mamak’ta A Blok 6. Koğuş’ta yattığımız günlerde kesişmişti. Ben ODTÜ’lü bir öğrenci, o bir gecekondu mahallesinden alınıp getirilmiş naif bir köylüydü.

O koğuştaki herkesin boğazından onun kepçesinden tabağımıza konanlar geçmiştir. O günlerden “ağzımdaki tat”tır Bağrıyanık. 6. Koğuş’un kepçecisi!
Askerlere çıkan karavana bize de gelir, koğuşlara dağıtılırdı. Bağrıyanık o karavanayı alır, kepçeyi, elinde bir kılıç ve terazi tutan gözü bağlı adalet tanrıçası gibi kullanırdı. Mamak’ın ve A Blok’un o işkence kokan havasını yumuşattığımız; “Yap bi torpil Bağrıyanık, etinden de koy!” şakalarımızı, kepçesini karavana içinde karıştırarak “Torpil yok!” diye karşılardı.
Torpil yoktu ama zaten karavanada et de yoktu!
Sonra, birkaç ay öncesine kadar yıllarca, onun torpiliyle tatlandı ağzım. Ankara Gölbaşı’ndaki köyünde arıcılık yapıyordu. “Test yaptır, bir gram şeker çıkarsa geri alırım” diyerek getirdiği balları yedik.
Bağrıyanık yok artık, ağzımızın tadı eksildi biraz. Yattığı yerde rahat etsin, devri daim olsun!
Hayat insanın önüne ne sürprizler çıkarıyor. Bağrıyanık’la paylaştığımız cezaevi koğuşundan çıktıktan sonra, artık ODTÜ’ye dönmek falan hayaldi.
Arzuhalci olmak için daktilo öğrenmeye, kamyon şoförü olmak umuduyla sürücü kurslarına gitmeye başlamıştım. Af çıktı, okula döndüm, sakıncalı bir öğrenci olarak okurken de yapabileceğim tek iş olan gazeteciliğe başladım.
Mesleğin ilk yıllarında Afganistan’a gidip geldim. 1989’da, 1990’da. Bir devlet başkanıyla ilk röportajımı orada yaptım; Necibullah’la. İlk kez bir büyükelçi ile karşılıklı oturup sohbet etmem, bir büyükelçilik salonunda, görkemli bir masada, ay yıldız işli tabaklarda karşılıklı yemek yemem de orada olmuştur: Türkiye’nin Afganistan Büyükelçisi Salih Zeki Karaca’yla (20.02.1933 – 28.02.2025).
Zeki Bey deneyimli, kritik ülkelerde Türkiye’yi temsil etmiş, bilgili ve bir o kadar da mütevazı bir insandı. Bugünlerde Suriye ne kadar dünya gündemindeyse, o günlerde de Afganistan öyleydi ve ülkede açık olan bir iki elçilikten biri olan Türkiye Büyükelçiliği’nde görev yapıyordu.
Ben 20’li yaşların sonunda, gazeteciliğinin ilk yıllarında biriydim ve gecenin çok erken bastığı, günde en az 2-3 roketin düştüğü Kabil’de karşılıklı oturup sohbet ederdik. Gündüz görüşmelerimden edindiğim bilgileri ondan da dinlediklerimle harmanlayıp Afganistan’ı anlamaya çalışırdım.
Hem Zeki Bey hem Afganistan üzerimde ve mesleki serüvenimde izler bıraktı.
Yıllar sonra yolum Ankara’da kızıyla kesişti: Benin.

Benin de nasıl bir isim diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zeki Bey Afrika’da; Gana’da, Nijerya’da görev yapmış bir diplomat. 1960’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanan Benin’e ismini veren ve sömürgecilik öncesi Batı Afrika’da hüküm süren Benin Krallığı uygarlığı bütün o bölgeyi etkilemiş. O da, görev yaptığı Nijerya topraklarının uygarlık tarihinden dolayı, kızına Benin adını vermiş.
Ne yazık ki, Benin’le o kadar planladığımız halde, Zeki Bey’le Kabil’de yaptığımız gibi oturup uzun uzun sohbet etmeyi, onun anılarını yazmayı başaramadan yitirdik onu.
Geçen gün Benin iletti haberi: “Babamı kaybettik. 28 Şubat 2025, 18.00 civarı dinlenmek için uzandığı yatağında uyurken kalp krizi geçirmiş. Kısmet olmadı sizinle görüştürmek babamı…”
Olmadı, ama Zeki Bey’in izi kaldı bende. Huzur içinde uyusun!