Google Play Store
App Store

Gölgeler ve Yelkovan ile İbrahim Karaoğlu, 50 Kuşağı öykücülerinin bıraktığı yerden sürdürüyor öykülerini. Sait Faik ile belirginleşen, Oktay Akbal, Ferit Edgü, Demir Özlü, Vüsat O. Bener gibi yazarların o dönem yazdıkları öyküler tadında bir kitap bu. İbrahim Karoğlu’nu bu kuşağa bağlamıyorum ama, Gölgeler ve Yelkovan’ın o dönem öykülerinin sıcaklığını anımsattığını söylüyorum

Uzun bir şiir, Gölgeler ve Yelkovan

Öykücü İbrahim Karaoğlu, 1985’te yayımlanan ilk öykü kitabı Dalga Dibe Düştü’den sonra ilgi alanını plastik sanatlara kaydırarak, daha çok bu alanda yoğunlaştı. Yurt içinde ve yurtdışında resim, heykel sergilerinin küratörlüğünü yaptı, bu sergilerle ilgili yazılar yazdı; kaynak sayılabilecek kitaplar yayımladı. Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün ellinci yılı nedeniyle düzenlediği “Bavulum Dolu Sanatla” yolculuğu özellikle anılmalıdır. Bunun için sembolik bavullarla sanatçıları Almanya’ya taşıyıp çeşitli etkinlikleri örgütledi. Türkiye’de de radyo ve televizyon programları yaptı, yapıyor.

Bu arada öyküyle ilgisini büsbütün koparmadı Karaoğlu. Öykü ve senaryo yarışmalarına katılarak birçok ödül de aldı. Bunca aradan sonra 2014’te ikinci öykü kitabı Gölgeler ve Yelkovan’ı yayımladı. Kapak görseli Selçuk Demirel’in. Kitabın içeriğiyle bütünleşen bir desen olduğu için vurguluyorum bunu. Saatin yelkovanıyla akrebini kucaklayıp götürüyor bir adam, saat orada kendi gölgesiyle başbaşa kalarak zamandan kopuyor sanki. Öyküler okundukça bu desenin içerikle bütünleştiği daha iyi farkedilecek kanısındayım.

Gölgeler ve Yelkovan ile İbrahim Karaoğlu, 50 Kuşağı öykücülerinin bıraktığı yerden sürdürüyor öykülerini. Sait Faik ile belirginleşen, Oktay Akbal, Ferit Edgü, Demir Özlü, Vüsat O. Bener gibi yazarların o dönem yazdıkları öyküler tadında bir kitap bu. Diğer yandan 1950’li yıllar II.Yeni’nin de belirişiyle edebiyatımızın önemli bir evresi ortaya çıkar. Kendisinden sonra gelen öykü ve şiir kuşaklarını da etkileyen bu yönelim, edebiyatımızda öncü bir kuşağın da sanat anlayışını temsil eder. Alegoriden de yararlanan, metaforik, imgesel bir yönelimdir bu. Bu yönelimi hazırlayan etkenlerin başında kuşkusuz ki varoluşçuluk gelir. Savaş sonrası dünyanın bunalan insanı, kendini keşfe belki de varoluşçuluğun etkisiyle yöneldi. İnsan teki’nin kendine anlam arayışı da denebilir buna. Etkilerden sıyrılıp özgün yapıtların ortaya çıkışını sağlayan da, biraz önce andığım yazarlar kuşağıyla gerçekleşti. İbrahim Karoğlu’nu bu kuşağa bağlamıyorum ama, Gölgeler ve Yelkovan’ın o dönem öykülerinin sıcaklığını anımsattığını söylüyorum.

Karaoğlu, düz yazı şiirin olanaklarını deneyerek oluşturuyor anlatımını. Denebilir ki, kimi pasajlar büsbütün bu özelliktedir. Sözgelimi kitabın ilk öyküsü  “Ölü Deniz Mezarlığı”nın girişi böyledir. Öykülerin girişine, kendi cümlelerinin aralarına yerleştirdiği alıntılar da bu bağlamdadır. Alıntılar Marguerite Duras, Herman Hesse, Tuncay Betil, Paul Valery, Furuğ gibi sanatçı ve yazarlardan seçilmiş. Yazarın şiire tutkusu hem anlatımından hem de alıntı seçimlerinden bellidir. Şu cümleler de bu bağlamdadır: “Yaşlı martılar, kanatlarında eskil hüzünler taşır gibi griye boyuyorlar sanki bulutları”(53), “denize saat kösteği gibi sallanan kasaba”(53), “denizi sırtında taşıyan insanlar”(60), “sürüsünü yitirmiş kuş gibi”(62), “belleğim sırılsıklam”(65), “içindeki kara tavşanın” kemirgenliği(67), “bozkırdaki telgraf direklerinin yalnızlığı benimki”(68). Örnekler çoğaltılabilir. Benzetmeler, çağrıştırmalar yoluyla kurulan anlatım, bu kitabın bir özelliği oluyor böylece.

Çocukluk ve ilk gençlik anılarının büyüsü, birçok yazarı da etkilediği gibi Karaoğlu’nu da çekiyor kendisine. Anıların çağrısıyla mekânları anımsıyor, arıyor; kaybolan yosun ve iyot kokuları arasında, fesleğenli evlerin cumbasından bir vedanın hüznünü koygunlaştırıyor. Bazen bir cümbüş ustası oluyor buna aracı, bazen artık çok geçmişte kalan ilkgençlik aşkı, bazen de bir sokağın eski ve yeni görünümleri. Bu duygulanımların biriktirdiği tortuyla sepya bir fotoğraf gibi solduğunu düşünüyor. “Aynalara koştum arada bir, ne çok gizli gülümseyişler saklamıştık bu aynalara. Niye yalancı şimdi aynalar? Niye unutmuşlar gülüşümü?”(81) öyle ya, o eski aynaların sırı dökülmüştür, geriye ya da bugüne gerçeği bırakmışlardır.

Gerçeğin de izini sürer Karaoğlu. Bu kez toplumsal olay ya olguların görüntülerini getirir zihin tuvaline. Bunlardan biri 6-7 Eylül olaylarıdır. Şu satırlar unutulur gibi değil: “Yüreği çorak olanların vicdanı, çürümüş balık kokusuna dönüşmüştü. Nefesimize kadar dokunuyordu o koku. Öfke ve kin bulaşıyordu her şeye. Kurt ulumaları kapanıyordu gecenin üstüne. Zamanın korkuya yenilmiş süzgecinden geçiyorduk, insanın insandan ve hayattan korktuğu anlardan.”(16)

Daha yakın zamanlardan bir kesit de, ölüm orucuna yatmış on dokuz yaşındaki bir gence dairdir. “Uzaklar Sonbahar” adlı bu öykü, ölüm orucu sürecindeki gencin su, şekerli su, B1 vitamini ile yaşama tutunmak ile, zihnin dalgınlaşarak geridönüşlerle çocukluğuna dönüp anımsadıklarıdır. Ölüm orucunun ilk döneminde görünümler ve görüntülerle anımsadığı geçmiş, zaman ilerledikçe kesik, parçalı, dağınık, tek sözcüğe dayalı olur. Okudukça ürperten bir öykü bu. Bir otopsi raporunun belirli kavramları ne kadar soğuksa, gencin yaşamla ilişkisi o kadar etkili.

İbrahim Karaoğlu’nun Gölgeler ve Yelkovan’ı için Ercan Kesal’ın kitap arkasına aktarılmış sözlerini ben de yinelemeliyim: “Kitap bittiğinde kendimi yosun ve iyot kokuları arasında, fesleğen ve dualarla tütsülenmiş bir sokakta buldum. Uzun bir şiirin sonuna gelmiştim sanki.”