Google Play Store
App Store

İzahı pek mümkün olmayan acayip bir psikolojik durum bu.

Bugüne kadar söylediklerinin ve vaaz ettiklerinin, bugün tam tersini yapmalarını kabullenemesek de anlayabilmek mümkün. Yani "Dün dün, bugün bugündür" diyen çok olmuştur geçmişte de.

"Değişen dünya koşullarına, değişen ülke dinamiklerine ve değişen toplumsal konjonktüre" bağlayarak, genellikle acemice laf salatası ile izah edilir böyle "U dönüşleri" hep.

Ama, bugün Türkiye’yi yöneten kadroların, adlı adınca söylemek gerekirse, "Rejimin Başı Şahsım"ın ve çevresindekilerin geçmişle bugün arasındaki tezatlarda, artık izahı mümkün olmayan abukluklara tanık olmaktayız.

Siyasi hayatları boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleriyle kavgalı olan ve her fırsatta 1923’te Cumhuriyetin kuruluş yıllarını ve ATATÜRK devrimlerini "tepeden inmeci" bir anlayışa bağlayan, buna bağlı olarak da geleneksel olarak kurucu ideolojinin "muhafızı" konumundaki Silahlı Kuvvetleri "vesayet odağı" olarak tanımlayan ve karalayan bu kadrolar, ağızlarından "sandık, seçim, millet iradesi" laflarını düşürmez.

Ama gelin görün ki, seçimlerde hile yapmak dahil, rejimi değiştirdikleri referandumu olağanüstü hal koşullarında (yani elinde sopayla) icra etmek dahil, o referandumda açıkça Anayasaya ve Seçim Yasası’na aykırı olarak ağır hile yapmak dahil, her yola başvurmuşlardır.

Sandıkta hile yaparak ülkede her düzeyde yönetime hakim olmanın yanı sıra, rejimi değiştirip, yasamanın da yürütmenin de yargının da tamamen ve kayıtsız şartsız hakimiyetini ele geçirmek, "millet iradesi ve sandığın sıfırlanması" değil de nedir?

Kurucu değerler dediğimiz şey, "Cumhuriyet" adını verdiğimiz ve esas olarak kuvvetler ayrılığı ilkesinin belirlendiği bir yönetim biçimini bu ülkeye sunmamış mıdır?

İşte, tam da burada "Yeni Türkiye, Yeni Yüzyıl, Yeni Rejim" markası ile o değerlerden hızla uzaklaşma pratiği hayata geçirilmeye başlanmış ve adım adım da hayata geçirilmektedir.

Artık kasten "rutin" bir hale getirdikleri "kayyım" uygulaması, işte bu anlayışın utanmazca bir tezahürüdür.

Bugüne kadar ağızlarını her açtıklarında, önüne gelen herkesi "darbeci, vesayetçi" diye karalamaya çalışanlar, tam da darbecilerin (bkz. 12 Eylül Kenan Evren Cuntası) yaptığını yaparak "Sandıktan çıkmış olsa da, benim istemediğim kişilerin yerine kendi adamlarımı tayin ederim" demektedirler. Bunun ne farkı vardır 12 Eylül’de belediyelere haki, mavi ya da beyaz üniformalı, apoletleri yıldızlı adamların oturtulmasından?

Ama lâfa gelince, "askeri vesayet" muhabbetini hâlâ, yüzleri de kızarmadan
yapabilmektedirler.

Esenyurt Belediyesi’ni müteakiben, Batman, Halfeti ve Mardin’de yaptıkları tam da budur.

Diyelim ki, adı geçen yerlerin seçilmiş başkanlarına birer "yasal, hukuki, idari kulp" taktınız ve koltuklarından, buz gibi bir faşist anlayışla indirdiniz. Belediye meclis üyelerinin suçu ne? Onları da, bırakın binaya girmeyi, belediyenin önündeki meydana bile yanaştırmamak, itip kakmak, vurup kırmak, terör örgütü elemanı muamelesi yapmak neyin nesidir?

∗∗

Evrenist darbecilerden ne farkı vardır bu yaptığınızın?

Peki, bütün bunlar olurken demokrasi güçlerini harekete geçirerek önderlik etmesi gereken Türkiye’nin Ana Muhalefet Partisi neler yapmaktadır?

Partili bir belediye başkanı, üstelik de Türkiye’nin en kalabalık ilçesinde rekor oylarla seçilmiş bir belediye başkanı, "kargaları bile güldürecek içerikteki bir müzekkereyle" tutuklanınca, İstanbul İl Örgütü’nün harekete geçirebileceği muazzam kitle bile o meydana yığılamamıştır.

Ana muhalefetin yöneticileri, barikatlarda rütbesiz polis memurlarıyla bire bir diyaloglara girerek bu işin ciddiyetinin tam anlamıyla farkında olmadıklarını kamuoyu önünde sergilemişlerdir.

Ana Muhalefetin genel başkanı, kendi ifadesiyle (31 Mart sonuçlarına ve kendi alıntı yaptığı güncel anketlere dayanarak) Türkiye’nin Birinci Partisi olarak Mardin’e gitmiş, "kayyımlanan" diğer bir başkan Ahmet Türk’e destek için bir otobüsün üzerinden konuşmuş, o otobüsün "DEM’e ait olup olmadığı üzerinden açılan abuk bir tartışmaya" (suçlamaya) cevaben "Yok yok. Onların değildi. Sivil bir otobüstü" diyerek DEM parti ile arasına mesafe koymaya ve "kol kola mücadele görüntüsü" vermekten kaçınma çabasına girişmiştir.

Bunu yapmıştır, ama mesela DEM eş başkanının "Seyit Rıza, Şeyh Said, Sakine" vurgusu konusunda bizim bildiğimiz tek bir laf edememiştir. Yani, tam bir yön, pusula sorunu yaşar bir görüntü vermiştir.

Bununla da kalmamış, Çarşamba gecesi Sözcü TV’de Uğur Dündar’a konuşurken "Dilruba’yı yanıma kazayla - emrivakiyle oturttular. Aslında AKP’lilerden özür dilemeden oturtmam yanlıştı" mealinde, rejime meydan okuyan sıradan bir insanı bile sahiplenebilme ferasetini gösterememiştir.

Barikatlardaki polislere "iyi davranılmasını" (biz de, kimse silah sıksın demiyoruz ama) "çünkü onların da anne babalarının TV’de izlediklerini" söyleyecek kadar bile ileri gitmiştir. Bu da, sokakta toplumsal mücadelenin ne anlama geldiğini hiç ama hiç anlamadığını bir kez daha göstermiştir.

∗∗

Türkiye, rejimin bekası açısından çok ama çok önemli bir kavşakta dururken, vaziyet ve manzara-i umumiye tam da budur.

Rejim, en zayıf günlerini yaşıyor olmasının refleksiyle giderek daha da saldırgan ve ceberut hale dönüşmekte, hiçbir yasayı ve teamülü umursamaz biçimde ezilmeye devam etmektedir.