Kurak Günler düştüğü tuzaklara, ikilemlerine, kendine olan şüphelerine rağmen obruklara ve “kurak günlere” karşı mücadeleye devam etmeyi başaran karakterlerin filmi. Tam da bu yazıyı okuduğunuz gün ihtiyacımız olan bir ruh hali...

Ve sen, ben obruklara karşı...

Murat Tırpan - Dr. Öğr. Üyesi, Sinema Eleştirmeni

Bugünlerde Netflix’te gösterime giren Emin Alper’in son filmi Kurak Günler Türkiye’deki otoriterliğin ve sosyal gerilimlerin gölgesinde geçen bir hikâyeyi anlatan, bize özgü bir tür “taşra-noir”. Obrukların, çukurların, kara deliklerin toplumu giderek yutmaya başladığı kaygan zeminlerde buna karşı mücadele etmeye çalışanların karşısına çıkan tuzakların filmi Kurak Günler, obruklara karşı senin, bizim üzerine düşünmeye çağıran hikâyesi...

Filmin başrolünde, -açıkça kuraklık, yolsuzluk ve popülizmle mücadele eden memlekete ahvalinin metaforu olan- Yanıklar adlı kasabayı “düzeltmek” amacıyla buraya gelen genç bir kamu savcısı, Emre var. Ancak, onun kasabaya gelişi kasabayı saran kuraklık ve belediye seçimlerinin olduğu politik açıdan haraketli bir zamana denk geliyor. Görevdeki belediye başkanı Selim’in, kasabalılara daha fazla su vaat ederek önemli bir popülist desteği kazandığı bu ortamda Emre kendini ciddi bir açmazda buluyor.

Filmin noir filmlerle bağlantısını kuran Chinatown’u andıran bu ana meselesi Emre’nin kişisel hikâyesini içeren başka bir meseleyle birleşecektir: yerel bir Roman kızına karşı iddia edilen bir tecavüz davası... Belediye başkanının oğlunun ve bizzat Emre’nin de içinde olduğu bir eğlence gecesi sonrasında gerçekleşen bu olay aslında kamu görevlisinin adaletsizliklere karşı gelmesini engelleyen -reel politikamızdan ödünç bir tanımla- bir tür “kaset” işlevi görecektir. Kurak Günler’in en önemli erdemlerinden biri tam da bu üzerinde durmamız gereken toplumsal-bireysel mücadele/şüphe ikilemidir. 

Kurak Günler, elbette linç kültürü ve tuzak kurma stratejileriyle ilgili bir film. Toplumun, genç savcıya karşı uyguladığı üç farklı stratejiyle bize bu meseleyi açıklar: Tatlı dil ve hediye vererek kandırma, zehirleme tehdidiyle tedirgin etme ve en nihayetinde kurulan ölümcül bir tuzak. Memleket politikasını çok iyi anlatan bir gayrinizami savaş. Daha dün bir politikacı kendisine tuzak kurulduğunu söylemiyor muydu? Adaletsizliklere karşı bir ses çıkardığınızda anında özel hayatınızla ilgili bir bel altı vuruşla karşılaşmanız sıradışı mı? Ya da en sonunda kendinizi Silivri yollarında bulmanız? 

Filmdeki gibi kuraklıkla ya da soğanın fiyatıyla uğraşmanız gerekirken “LGBT” olmadığınızı ispat etmenizin beklendiği bir politika ortamı ne kadar sağlıklı ve rasyonel olabilir ki. Post-truth çağında mücadele ve direnişin her zamankinden daha zorlu olduğu ortada.
Filmde içine düştüğü karmaşık durumu yönetmeye çalışan savcı Emre yerel bir radikal gazeteci olan Murat ile bir ittifak kuruyor ancak ilişkilerinin arkadaşça mı yoksa romantik mi olduğu, Emre’nin kasabadaki durumunu daha da karmaşıklaştıran bir tartışma noktası haline geliyor. Film kahramanını şüphe ve belirsizlikten kurtarmaz. Emre, tecavüzün yaşandığı söz konusu akşam yemeğinde şüpheli bir madde tükettikten sonra, kendi eylemlerini ve kişiliğini sorgulamaya başlıyor ve bu şüphe, sadece anlatıya gerilim eklemekle kalmaz, aynı zamanda kimlikler ve seçimler hakkında sorular gündeme getiriyor.
Bu genç adamın karşılaştığı karmaşık ikilem, son derece ilginç ama tanıdık bir açmaz. Tecavüz mü suçtur, yoksa bir erkekle bir gece geçirmek mi? Bu ikilemin dehşeti, toplumun her iki eylemi de farklı şekillerde suç olarak algılamasından, daha kötüsü bir erkekle bir gece geçirmiş olma ihtimalini tecavüzle eşitlemesinden kaynaklanıyor. Filmin belki de en dikkat çekici noktası, bir erkekle bir gece geçirmiş olma olasılığının bile, karakterin eşcinsel bir ilişki yaşadığı imasını kabul edemeyişine yol açması. Ve elbette bu ahlaki sorgulamanın dışarıdaki “gerçek” tehditle savaşmasını engelleyen bir unsura dönüşmesi.

Bu bireysel etik ve toplumsal mücadele arasındaki gelgit -filmin hikâyesinin de muhtemelen ilham aldığı- Ibsen’in Bir Halk Düşmanı eserinin kahramanı Dr. Thomas Stockmann’ın kaplıcaların sağlığa zararlı olduğunu keşfetmesi sonucunda, kasaba halkı ve yerel hükümetin ona karşı yaptığı hamleleri hatırlatıyor bize. Bir taraftan Ibsen’den farklı olarak Kurak Günler’de savcı Emre bireysel bir sorgulamanın içine atılarak saf dışı edilmek istenirken diğer taraftan da filmin sonunda benzer bir şekilde Bir Halk Düşmanı’na dönüştürülmeye çalışılıyor.

Kurak Günler, yozlaşmış ve otoriter politikacıların, onların dümen suyundaki halkın karşısında yalnızlık ve izolasyon hissini net bir şekilde hissettiren güçlü bir film. Bulanık flashback’ler ve özellikle Emre ve Murat arasındaki ilişkilerin belirsizliğiyle daha da karmaşıklaşan bir film. Bir çöküşün eşiğinde olan toplumu, hızla büyüyen çukurların, obrukların ve kara deliklerin tehditkâr zemininde inceleyen ve buna karşı durmaya çalışanların karşılaştığı tuzakları konu alan boğucu bir gerilim. Bu gerilimin en önemli unsurlarından biri olan “obruk” meselesine de ayrıca değinmek gerek.

Yanıklar kasabasında aşırı yeraltı suları kullanımı nedeniyle obruklar oluşmuştur. Elbette su olmadığı için kasabalı yeraltı suyu sağlayan belediye başkanından memnundur ama Emre’nin yaptığı işlerden biri kuraklığa ve obruklara neden olduğunu düşündüğü bu konu hakkında soruşturma açmak olacaktır. Emin Alper’in Kurak Günler ve Özcan Alper’in Karanlık Gece’sinde -evet ikisinde birden aynı anda- karşımıza çıkan bu obruk metaforu pesimist bir Zeitgeist’in sanata yansımasıdır. Kaçak su çıkarmak için küçük kuyular açarak, daha büyük ve tehlikeli obrukların ortaya çıkmasına yol açıyoruz. Küçük bağnazlıklar tüm toplumu tehdit eden büyük çukurlara dönüşüyor. Özellikle Emin Alper’in özenli bir metinle kurduğu bu analoji gayet ilgi çekici. Bu mesele aslında geçen yıl Tayfun Pirselimoğlu’nun filmi Kerr’de de karşımıza çıkmıştı. Orada da babasının ölümü üzerinde bir kasabaya giden kahramanımız karantina ilan edildiği için orada sıkışıp kalıyor, her yerde karşımıza çıkan bu çukurlarla baş etmeye, kaçmaya çalışmaktaydı. Bu karanlıkla mücadele etmeye çalışan kahramanlar bağımsız sinemamızda son yılların başat figürlerinden biri haline gelmiş gibi görünüyor. Distopya türünün yükselişini de bu tabloya ekleyebiliriz. Zamanın ruhu sinemanın ruh halini de etkiliyor elbette. 

Biraz daha yakından bakarsak göreceğimiz şu, tıpkı Kurak Günler ya da Karanlık Gece’deki taşrada obruklarla mücadele eden kahramanlarımız gibi bu yılın ilginç filmlerinden Kar ve Ayı’da da bir hemşire olan karakterimiz zorunlu hizmet için gittiği bir taşra kasabasında yine aynı tür dertlerle mücadele etmekte. Burada kuyular ya da obruklar yok ama söz konusu olan bir ayı. Ülke sinemasının geldiği yer ortada; distopyalar, obruklar, delikler ve karanlıklarla dolu sıklıkla “noir” bir sinemamız var artık. İyisiyle kötüsüyle birçok film savcılarının, hemşirelerinin, eşcinsellerinin, yani bilumum vicdanlı karakterlerinin, sıkıştığı yerlerden çıkmaya çalışması ya da oraya gömülüp kalmasıyla malul. Bütün mesele obruklarla mücadele edip etmeyeceğimiz, daha da önemlisi nasıl mücadele edeceğimiz... 
Kurak Günler finalinde net bir şekilde bizleri bir mücadeleye çağırıyor. Kahramanımızı linç etmeye çalışan halktan kaçan savcı ve yanındaki gazeteci, bu cemaatten farklı bir cepheye düşüyorlar ve aynı zamanda obruğun öte yanında durup baktıkları bu an, ikilinin korkunç kabul edilen bir ihtimalin aslında o kadar da korkunç olmayabileceğini anladıkları an oluyor. 
Kurak Günler düştüğü tuzaklara, ikilemlerine, kendine olan şüphelerine rağmen obruklara ve “kurak günlere” karşı mücadeleye devam etmeyi başaran karakterlerin filmi. Tam da bu yazıyı okuduğunuz gün ihtiyacımız olan bir ruh hali...