Google Play Store
App Store
Vergilemede sermayenin büyük kaçgunu
Fotoğraf: AA

Yeni vergi paketi TBMM’de görüşülürken bir yandan iktidarın ‘yükü eşit dağıtmak için sermaye gelirlerini hedefliyoruz’ çarpıtmasının servis edilmesini öbür yandan bu kanun teklifini verenler başta olmak üzere sermayedar-siyasetçiler ile doğrudan sermayedarlar arasındaki kutsal ittifakın vergi kaçgunluğu üzerindeki müstehcen işbirliğini ibretle izliyoruz. Bilindiği gibi “büyük kaçgun veya kaçgunluk” kavramı, halkçı tarihçi Mustafa Akdağ’ın 16.yüzyıl sonu ile 17.yüzyıl başındaki Celali İsyanları sırasında Anadolu’da merkezi iktidarın ve yerel güçlerin artık-sağma/vergi baskısı ve can güvenliği tehdidi altındaki köy ve kasaba halkının (başta bağımlı köylü reayanın) ulaşılması güç mekanlara kaçışını ifade etmek için kullanılmıştır. 16.yüzyılla benzer olarak bugün de sistemin sömürülen sınıfı üzerine aşırı vergi baskısı kurulmaktadır; ama şu farkla ki emekçi sınıfların kaçacak yeri bulunmamaktadır.

Buna karşılık, sözde kanunlar önünde eşitliği öngören kapitalist sistemde, 21.yüzyıl Türkiye’sinde ise sermaye sınıfının vergi önünden kaçışı (kaçgunu) sürekli bir haldir. Gene şu farkla ki sermaye kapitalist sistemin hâkim sınıfıdır ve yasama da esas olarak emrindedir. Dolayısıyla sermayenin vergi sistemini lehine yontması sürekli bir haldir ama burada da iki dönemde zirve yapılmıştır: Özal dönemi ile AKP dönemi.

ÖZAL DÖNEMİ

Kasım 1983 seçimlerinden birinci parti çıkan ANAP, henüz güvenoyu bile almadan gelir ve kurumlar vergisi oranlarını aşağıya çekmek ve Ocak 1984’den itibaren yürürlüğe sokmak için kolları sıvamıştı! O kadar ki, 1984 ve 1985 yıllarında vergi yükü en alt düzeyine çekilmişti. Bunun telafisi şarttı; peki ne yapıldı? Vergi yerine borç almak politikası izlendi; dolaylı vergilere kayış özendirildi (KDV 1985’te yürürlüğe girdi); dolaylı yükler getiren fon sistemi yaygınlaştırıldı; ücretliler üzerindeki gelir vergisi (GV) ve dolaylı vergi yükleri arttırılmaya başlandı.

Buna karşılık sermaye gelirlerini Kurumlar Vergisinden (KV) ve artan oranlı GV tarifesinden kurtarmak için Özal’ın gayretkeşliği sınır tanımadı. İç borçlanmayı kolaylaştırmak ve faiz maliyetini düşürmek için, Hazine çıkardığı devlet tahvili ve Hazine bonolarının faiz getirisinin hem GV stopajından muaf tutulmasını, hem de bu faiz getirilerinin GV ve KV matrahından düşülebilmesini mümkün kıldı. Örneğin, hem 1980’de hem de 1984’de 100 milyon TL’nin üzerinde KV ödediği için ödüllendirilen 30 firmanın toplam vergisi bu dönemde yüzde 68 artarken aynı dönemde bir işçinin ödediği GV miktarı yüzde 390 artıyordu!

1986 yılında KV oranı yüzde 40’tan yüzde 46’ya çıkarılıp sözde arttırılırken, sermaye şirketleri paydaşlarının hisse senedi, kâr payı ve iştirak kazançları GV beyannamesi dışına çıkarılıyordu. Böylece KV artışından çok daha büyük bir kayıp GV tahsilatında ortaya çıkıyordu. Ünlü holding zenginlerinin 1986 yılında ödedikleri GV tutarları 521 ila 648 milyon TL arasında değişirken, enflasyonist bir ortamda 1987’de bu tutarlar 98 ila 179 milyon TL arasına gerileyebiliyordu! Çünkü, dağıtılan kurum kârları artık sadece yüzde10 stopaja tabi tutuluyordu. Öte yandan, KV oranı da sonradan hızla düşürülecekti.

Gerçi vergilemenin sınıfsal karakteri her dönemde belirgindir ama Özal dönemindeki kadar sistematik biçimler kazandığı dönemler az görülmüştür. Buna benzer bir gözü karalığın yeniden filizlendiğini görmek için AKP dönemine, özellikle de başkancı rejimin yürürlükte olduğu 2018 sonrasına bakmak gerekir.

AKP DÖNEMİNDE ÜCRETLİLERE YÜKLENİLMESİ

1988-2006 dönemine bakıldığında, ücretliler üzerindeki GV baskısının tarihsel eğiliminin 2 civarında oluştuğu görülür. Bu, ücretlilerin GSYH paylarına kıyasla gelir vergisi paylarının iki kat yüksek olması anlamındadır. İki alt dönem bunun istisnasını oluşturur: Birincisi, ücretlilerin 1980’lerdeki gelir kayıplarını telafi ettikleri 1991-1993 alt dönemidir; ücret/GSYH payı yükseldiği için, GV payları azalmıyor olsa bile üzerlerindeki GV baskısı azalmaktadır. İkincisi, 1998’deki Temizel Yasası’nın etkileriyle ücretlilerin ödediği gelir vergisinin azaldığı 1998-2002 alt dönemidir; bu ikinci dönemde ayrıca ücret/GSYH payında da göreli bir artış olduğundan, çift yönlü bir etki söz konusu olmuş ve ücretliler üzerindeki GV baskısı 1,5’un altına gerilemiştir.

2016 sonrasında ücret/GSYH payında şiddetli bir azalış eğiliminin ortaya çıkması, buna karşılık ücretlilerin GV ödemeleri içinde artık yüzde 80’i aşan oranlarda pay sahibi yapılmasıyla, yani bu defa ters yönde çalışan çifte olumsuz etkiyle, ücretliler üzerindeki GV baskısı tarihi olarak ilk kez 3 katsayısının üzerine çıkmaktadır.

Çizelgede görüldüğü gibi, Gelir Vergisi artık tamamen bir ücretliler vergisine dönüşmüştür. Ücretliler üzerindeki bu ağır GV baskısının, aslında dolaylı vergiler de hesaba katıldığında daha ağır bir genel vergi baskısına dönüştüğü açıktır. Bu eşitsizlikler tablosu, Türkiye’deki ikincil gelir bölüşümü mekanizmasının önemli bir ayağı olan vergi yükleri dağılımının yapısal bir özelliğini göstermektedir. Bunun tam aksine, kâr, faiz, kira gibi sermaye gelirleri sahiplerinin ikincil gelir bölüşümü sonrasında, birincil gelir bölüşümündeki (yani doğrudan sınıf ilişkileri düzlemindeki) baskın konumları daha da pekişmektedir.

SONUÇ: SINIF MÜCADELESİ VE VERGİLEME

Siyasi ve sendikal mücadelenin talep listesinde 2022 yılına kadar asgari ücretin vergi dışı bırakılmasına hatalı bir öncelik verilmişti. Bu konu esas olarak kapandı. Gerçi hâlâ asgari ücretin vergisinin matrahtan indirilmesi konusu gündemdedir ama daha temel meseleler vardır. Sol bir programın asgari talepleri şöyle sıralanabilir:

■ GV tarifesinde bastırılmış dilimler genişletilmelidir. "Yeniden değerleme oranı"nın tarifelere tam uygulanmasıyla bu sorunun giderilme olanağı kalmadığı için, GV yasasında yeni bir tarife düzenlemesi talep edilmelidir. Ücretliler için daha düşük oranlı ayrı bir GV tarifesi de buna eklenmelidir.

■ GV beş 10 basamaklıdan 10 basamaklı yapıya dönüştürülmeli ve marjinal vergi oranları yüzde 5 ila yüzde 70 yelpazesinde yer almalıdır.

■ Sermaye gelirlerinde sedüler yapıdan üniter yapıya geçirilmeli yani gelirler toplanarak artan oranlı GV tarifesine tâbi tutulmalıdır.

■ Sermaye lehine tanınmış ayrıcalıklar (istisna ve muafiyetler), KV ve GV başta olmak üzere, köklü bir biçimde ayıklanmalıdır.

■ Servet unsurlarının tümüne uygulanmak üzere, MTV ve Emlak Vergisi gibi yıllık nominal servet vergilerinden farklı olarak, gerçek bir servet vergisi uygulanmalıdır. (Bunun servet kaçışlarına yol açmaması için sermaye hareketleri kontrol edilmelidir).

■ Sermaye kesiminin artan vergi yükünü yansıtma mekanizmasıyla yeniden halka yüklemesinin önüne geçmek için sistematik fiyat denetimlerine geçilmelidir.

■ Dolaysız vergiler üzerinden sağlanacak gelir artışlarına dayanarak, geniş halk kesimlerine yüklenen dolaylı vergiler hızla geriletilmelidir. İlk hedef, dolaysızların ağırlıklı olduğu bir yapıya geçiş olmalıdır.

Bu talepler Türkiye koşullarında çok radikal olabilir, ama sınıf mücadelesinde orta yol yoktur. Çubuğu tersine bükebilmek için, kuvvet uygulamaktan başka çare de yoktur.

Vergi paketi kesinleşince tekrar konuya dönmek üzere…