Ülkenin 10 şehrinde beter bir depremin pençesinde binlerce kişinin hayatını kaybettiği, 80 binden fazla insanın yaralandığı, binlerce kişinin soğuk hava koşullarında göçük altında kurtarılmayı beklediği zamanlarda ekranlarda konuşuyor. “Ufak tefek sıkıntılarımız var” diyor, ufak tefek sıkıntılar... “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler” diyor, afetzedeye “kader” diyor, “rahatlatacak rakam aile başına 10 bin lira devlet desteği” diyor, vatandaşı göçük altında kurtarılmayı beklerken paradan dem vuruyor, “rahatladık, daha da rahat olacağız” diyor, “isteyenleri otellere gönderelim” diyor, “kira desteği” diyor. Aynı saatlerde bir babanın enkaz altında ölen kızının saatlerce elini bırakmadığı haberi düşüyor ekranlara, bakarken içiniz eziliyor. Çocuğunun üzerine toprak atan babalar anlatıyor ülkenin kadersizliğini. Bir gece beraber uyudukları evde ertesi sabah çocuklarını, eşlerini kardeşlerini kaybetmişlerin feryatları yankılanıyor, izlerken insanın acısı içine akıyor. Aynı saatlerde depremden sağ kurtulmayı başarmış ama eşini kaybetmiş bir vatandaş, “bize sahip çıkacak yok mu, akaryakıt yok, elektrik diyor, “devletin o sıcak elleri nerede?” diye soruyor. Yıkılmış beton yığınlarının altından çıkartılan bebekleri izliyor ülke, hayata muhtemel ailelerinin bin bir sıkıntı içinde konut kredileriyle aldıkları çürük konutlarda annelerini, babalarını kaybederek başlayan, tüm olup bitenden habersiz bahtı kara bebekleri... Aklı başında bir profesör “Bu ülkede coğrafya derslerini kaldırıp yerine din dersi koyarsanız yaşayacağınız akıbet budur” diyor. Ama ülke aklı başında profesörleri değil, kendileri gibi düşünenleri seviyor…

***

Aynı saatlerde sosyal medya kısıtlaması geliyor ülkede, artık çok alıştığımız akıl tutulması halleri. İnsanların bilgi almaya, iletişime, kim bilir belki dondurucu soğukta göçük altında seslerini duyurmaya çalıştıkları, yardıma en çok ihtiyaç duydukları zamanlarda ülkenin sesini kesmeye çalışıyorlar. Kimseler konuşmasın istiyorlar, kimseler duymasın. Kendileri gibi herkes kulaklarını kapatsın istiyorlar, insanlar ölürken susalım istiyorlar, sesimiz sarayın yüksek duvarlarından geçmesin istiyorlar, varlığımız başkanın varlığına armağan olsun istiyorlar, gizlemek istiyorlar tüm kötülükleri, tüm becerisizliklerini, liyakatsizliklerini. Şairin dizeleri anlatıyor ülke hallerini: “Anlamak yasak değildi benim ülkemde, anlatmak yasak!” Yirmi senedir tek parti ve tek adam olarak yönettiği ülkede bir kez olsun, “bizim de sorumluluğumuz var” demiyor, bir kez bile özeleştiri yapmıyor, yasaklıyor, sosyal medya kısıtlaması getiriyor, gözümüze bakarak parmak sallıyor, tehdit ediyor…

***

Ülkenin deprem fotoğraflarına bakarken hayata yenik başlayan bebekleri düşünüyorum. Yandaş müteahhitlerin yaptığı çürük, ehli ellerde denetlenmemiş, zemin çalışması hakkıyla yapılmamış tabut misali binalarda annelerini, babalarını kaybeden tüm olup bitenden habersiz hikâyeleri unutulacak bebekleri. Toplumsal hafızası unutmaya şartlanmış ülkede zaman her felaketin üzerine bir sünger çekiyor, bir sonraki felakete kadar. O çocuklar hiç hatırlamayacaklar kötü hikâyelerini, büyürken hep eksik kalacaklar. Göçük altından çıkabilmiş çocuklar sedyelerle ambulanslara götürülürken, o minicik kara gözleriyle sessizce bakıyorlar, o kadar sessiz ki çocuklar ölümü hatırlatıyorlar. Çaresizlik ve utanç duygusu arasında coğrafyanın kader olduğunu hatırlatan ülkeme uzaklardan bakarken zamanın hiçbir şeyi değiştirmediğini görüyorum, hiç iyileşmeyecek derin bir yara gibi beklemediğin bir anda yeniden kanamaya başlayan, insanın içini acıtan vicdan ve merhametten yoksun sonu ta başından belli yazık bir hikâye... 1999 depremiydi, resmi rakamlara göre depremde 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorlardı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Derler ki, delilik aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuç beklemekmiş, muhtemel ülke hallerini en iyi anlatan.

Derler ki, vicdan insanın içindeki tanrıdır. Ülkenin güçlü liderlere, parmak sallayanlara değil, vicdana, merhamete, dürüstlüğe, iyiliğe ve en önemlisi ölümü değil yaşamayı kutsayan liderlere ihtiyacı var, zira aslolan ölüm değil hayattır. Ülkenin denetime, liyakate, bilime ve kendisiyle barışmaya ihtiyacı var, hep birlikte yaralarını sarmaya, hayata farklı bir pencereden bakmaya... Ülkenin eski Türk filmlerinin hepimizin içini ısıtan Hulusi Kentmen misali liderlere ihtiyacı var, herkesin sevdiği, herkesi seven, bilge, babacan. Denetlenmemiş çürük binalarda hayata fena yenik başlayan çocuklara değil minik yüzleri gülen çocuklara, içimizi yakan selalara değil Sezen Aksu şarkılarına... Ne olursun artık anla güzel ve bahtsız ülkem…