Yabancılaşma ve Özgürlük Yitimi: Marx ve Tönnies

Gencer ÇAKIR - Sosyolog

Alman toplum düşünürü Ferdinand Tönnies 1887 yılında yayınlanan Gemeinschaft und Gesellschaft adlı eserinde toplumu tarihsel bir süreç içinde ele aldı. İnsan ilişkilerini kendine has bir kavram çifti ile kavramsallaştırdı; Gemeinschaft (Topluluk) ve Gesellschaft (Toplum) ayrımı yaptı. Ayrıca psikoloji ve sosyoloji arasında bağlantı kurarak her bir toplumsal gerçekliğe karşılık gelen iki tip irade tanımı geliştirdi; topluluk yaşamı ile doğal irade, toplum yaşamı ile rasyonel irade arasında ilişki kurdu.


Tönnies’e göre topluluk doğal iradeyi destekleyip besler; doğal irade kendi içinde topluluk koşullarını taşır. Toplum ise akılcı iradeye ihtiyaç duyar ve bunu teşvik eder.

Toplum yaşamında insanlar birbirinden tecrit edilmiş haldedir. İnsan ilişkilerinde ayrılık ve gerilim vardır. Kişilerin birbirine beslediği gizli düşmanlık savaş ihtimalini her daim canlı tutar. Araçlar ve amaçların birbirinden ayrıldığı toplum yaşamında insanlar amaçları uğruna diğer insanları araç olarak görürler ve birbirleriyle olan ilişkileri çıkara dayalıdır. Tönnies’e göre Gesellschaft’ı oluşturan temel olgu mübadeledir. Mübadele “birbirlerini tanımayan, hiçbir ortak noktaları bulunmayan ve birbirlerine karşı özünde muhalif, hatta düşmanca bir tavır takınan bireyler arasında gerçekleşir” (akt. Toplum, Habitus, s. 35).

Topluluk yaşamından toplum yaşamına doğru kaçınılmaz bir değişim yaşandığını söyleyen Tönnies toplum yaşamında acımasız bir rekabetin hüküm sürdüğünü belirtir. Toplum, Tönnies’e göre “rekabetin acımasızca kullanılmasını bireyin hayatta kalabilmesinin önkoşulu haline getirir ve böylece doğal iradenin çiçek ve meyvelerini soldurur, bozar ve tahrip eder. … Bu şekilde davranmak, yok olmak pahasına şart olmuştur artık” (Cemaat ve Cemiyet, VakıfBank, s. 307-308).

Bireylerin inanç, gelenek, töre vb bağlardan kurtulmalarıyla akılcı, bilimsel, özgür hukuk mümkün hale geldi; Tönnies’e göre bütün bu tarihsel-toplumsal değişim bir yandan “bencilliğin, küstahlığın, sahtekârlığın, yapmacıklığın, açgözlülüğün, haz arayışının ve hırsın zaferi anlamına … geliyordu.” Diğer yandan da “açık, düşünceli, soğukkanlı özfarkındalığın da zaferiydi bu” (Cemaat ve Cemiyet, s. 382).

Tönnies, toplum gerçekliğinin kaçınılmaz ilerleyişine karşı muhafazakâr bir direnç göstermek ya da eskiye dönmek gibi bir politikayı asla benimsemedi; bunun yerine mevcut toplumun gelişme doğrultusunu keşfedip muhtemel eğilimlerine kulak vermemiz gerektiği inancındaydı. “(M)odern toplumsal gelişmenin, bir sosyalist iktisadi yaşam örgütlenmesi yönünde olduğuna” (Pappenheim, s. 71) inanan Tönnies “Sosyalist akımda bir tehlike” görmediğini, tersine bunda “büyük bir tehlikeden kurtuluşun başlangıcını” (akt. Pappenheim, s. 71) görmemiz gerektiğini söylüyordu.

Ulus devleti aşan sosyalist bir bakışı benimseyen Tönnies’e göre ulus devletlerin gelişimi sınırları olmayan uluslararası bir toplum önünde engel oluşturmaktadır (Cemaat ve Cemiyet, s. 427).

Tönnies şiddete dayalı bir toplumsal değişimden ziyade barışçıl bir geçişten yanaydı; bu sebeple iktisadi demokrasi fikrini hayata geçirmeyi önemli buluyordu. Bu doğrultuda gerek Almanya’daki gerekse de İskandinav ülkeleri ile İsviçre ve Avusturya’daki işçi kooperatifleri akımını savundu ve aktif biçimde destekledi (Pappenheim, s. 71).

Tönnies’in Gesellschaft analizinde çıkış noktası kapitalist toplumda egemen olan sosyoekonomik süreçlerdi. Gemeinschaft und Gesellschaft’ın yayınlanmasından yaklaşık on üç yıl sonra Tönnies şöyle yazmıştı: “Gesellschaft sürecini sunarken yazarın aklında modern toplum vardı ve bu amaçla da (…) Karl Marx’ın söz konusu toplumun iktisadi devinim yasasına ilişkin açıklamasından gerekli biçimde yararlanmıştır” (akt. Pappenheim, s. 68).
Fritz Pappenheim Modern İnsanın Yabancılaşması (Phoenix, 2002) adlı eserinde Marx ve Tönnies arasındaki en güçlü benzerliğin, her iki yazarın modern toplumun yapısını ele alış biçimlerinde yattığını söyler. Pappenheim’a göre “Modern endüstrileşmiş ulusların Marx tarafından tanımlanan toplumsal iskeleti, birçok açıdan Tönnies’nin Gesellschaft’ının ilk örneği niteliğindedir” (a.g.e., s. 72).

Pappenheim ayrıca Marx’ın, henüz 25 yaşındayken, Arnold Ruge’a yazdığı Mayıs 1843 tarihli bir mektupta Gemeinschaft ve Gesellschaft terimlerinin kullanıldığından bahseder. Marx’ın erken bir tarihte bu terimleri kullanması, Pappenheim’a göre, ileride Tönnies’in yapacağı ünlü kavramsal ayrımı önceden haber vermektedir (a.g.e, s. 74, 25 no’lu not).

Tönnies’in Gesellschaft analizi modern toplumda insanın yabancılaşmasını ele alma konusunda bize önemli bir zemin sağlıyor. Nihayetinde yabancılaşma insanın salt psikolojik durumuna indirgenemeyen toplum temelli bir yaklaşımı gerektirmekte. Yabancılaşma, toplumdan soyutlanmış insanın bireysel gerçekliğine ait bir olgu olamaz. Tarihsel-toplumsal bir gerçeklik olarak kapitalist toplum ile insanın yabancılaşması sıkı bir şekilde iç içe geçmiştir. F. H. Heinemann’ın belirttiği üzere, Marx kapitalizmin tarihini insanın yabancılaşmasının tarihi olarak ele alır (akt. Pappenheim, s. 74, 26 no’lu not).

Herkesin herkese karşı savaşına zemin oluşturan Gesellschaft bir “doğa durumu” yaratır. Çıkara dayalı, duygusallıktan uzak, hesapçı, bencil ilişkilerin taşıyıcısı olan “rasyonel birey” yabancılaşmış bir toplumsal figür olarak, parçası olduğu Gesellschaft’ta, hemcinslerine karşı sürekli bir savaş halindedir. Hemcinsini araç olarak gördüğü ölçüde kendisini de araç düzeyine düşürür. Yabancılaşmış toplum yabancılaşmış toplumsal figürler üretir.
Marx Hegel’den devşirdiği yabancılaşma kavramını kapitalist toplumda işçinin ve emeğin yabancılaşması olarak yeniden yorumladı. 1844 El Yazmaları’nda şöyle yazdı: “İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir” (Birikim, s. 75).

Marx Kapital’in bir dipnotunda, 19. yüzyıl iktisatçısı Johann Heinrich von Thünen’in Der isolierte Staat adlı eserinden bir aktarma yapar. İlk baskı yılı 1826 olan eserin 1863 baskısından yapılan aktarmaya bakılırsa, Thünen “insanın kendi ürünü olan sermayenin hükmü altına girebileceği ve ona tabi hale gelebileceği” durumundan bahsedip şu soruyu sorar: “nasıl oluyor da işçi sermayenin -bunun yaratıcısı olarak- efendisi olmaktan çıkıp kölesi durumuna düşebilmiştir?” (Yordam, s. 600, 83 no’lu dipnot). Marx bu soruyu önemli bulmakla beraber Thünen’in cevabının “düpedüz çocukça” olduğunu belirtiyor.

Thünen’in “çocukça” cevabını Marx aktarmadığı için bilemiyoruz; ancak burada bizce önemli olan nokta bu sorunun sorulmuş olmasıdır. Sermayenin bizzat yaratıcısı olan işçi nasıl oluyor da “efendi” olmaktan çıkıp “köle” durumuna düşmüştür? Kısa olduğu kadar etkili ve vurucu bir soru.

Marx Kapital’de insana, özel olarak da işçiye, hükmeden sosyal güç olarak sermayeden bahseder; yabancılaşmayı toplum ve birey arasındaki karşılıklı ilişkide kavramaya çalışır. Kapitalist üretim sürecinde “bizzat işçinin kendisi” der, “durmaksızın nesnel zenginliği sermaye olarak, kendisine yabancılaşmış, kendisine hükmeden ve kendisini sömüren bir güç olarak üretir” (bkz. Yordam, s. 552).

Toplumsal gerçekliğin bireye hükmeden “şeyleşmiş” niteliği yabancılaşmaya yol açar. Kapitalist toplumda, daha önceki kolektif yaşam biçimlerinden farklı olarak, bireyi yabancılaştıran sosyal koşullar bizzat bireyler tarafından durmaksızın kölece yeniden üretilir. Özgürlüğün yitimi burada ortaya çıkar. A. Smith’in hocası A. Ferguson History of Civil Society adlı eserinde şöyle haykırmıştı: “Bir köle ulusu yaratıyoruz ve hiçbirimiz özgür değiliz” (akt. Kapital, s. 343). A. Ferguson 1767’de, Das Kapital’in yayımlanışından (ilk baskı yılı 1867’dir) yüz yıl önce, bunu yazmıştı ve haksız da değildi.