Carl Seelig, 20. yüzyılın başındayken yakın gelecekte insanın yaşayacağı keskin dönüşümün anlatıcısını; “suskun” ve “hassas” Walser’i kapatıldığı hastanede ziyarete gidip onunla 1936’dan 1956’ya dek yürüyüşlere çıkıyor. Bu gezintiler sırasında yaşam, politika ve edebiyat üzerine sohbet ederken temel sorular ikiliyi hep izliyor: “İnsan nedir?” ve “İnsan kimdir?”

'Yabanı kovalayan şair'le gezintile

Ali Bulunmaz

Psikiyatristlerin yirminci yüzyıl başında verdiği en tartışmalı kararlardan biri, Robert Walser’e konan şizofreni tanısıydı. Edebiyat tarihçileriyle birlikte, o gün o teşhisi koyanların meslektaşları tarafından da aşırı bulunan bu karar nedeniyle Walser, 1929’dan sonraki yıllarını hastanede geçirmek zorunda kalmıştı.

Gerek hastaneye yatırılmadan evvel gerek “tedavi” döneminde dünya ve yaşam karşısında küçük olduğunu fark eden kişileri anlatan Walser, pek fazla önemsenmeyen, yeni yüzyılın krizleriyle boğuşan ve kurallarla kuşatılan insanın durumunu Jacob Von Gunten’de (Çeviren: Gül Gürtunca, Jaguar Kitap, 2019) özetlemişti: “Zaten sadece ve sadece küçük, zavallı, bağımlı, kurallara sadık kalmakla yükümlü cüceler olduğumuzu hepimiz biliyoruz; ben bile iliklerime kadar hissediyorum. Biz de öyle davranıyoruz; sıradan fakat dışarıdan bakıldığında kendinden emin. İstisnasız hepimiz az da olsa enerji doluyuz çünkü küçüklüğümüz ve içinde bulunduğumuz kötü durum elde ettiğimiz başarılara inanmamızı sağlıyor. Kendimize olan inancımız alçakgönüllüğümüz. Eğer hiçbir şeye inanmasaydık ne kadar az olduğumuzu bilemezdik. Her şeye rağmen bu küçük insanlar da bir şeyiz.”

Arzu ve hırslarını paranteze alan insanı resmederken nedenlerden çok bu vazgeçişe ve onun doğurduğu ruh hâline yoğunlaşan Walser, kendisi gibi hem mecazi hem de hakiki yürüyüşlere çıkan roman karakterleri yaratarak “boş verin iyileşmeyelim” der gibi yazmakla kalmıyor, “akıl sağlığına” veya “normalliğe” övgüler düzenleri hiç umursamadan akıntının tersine kürek çekip modernizmin sancılarıyla yaşayan ve bunun üstesinden gelemeyenlere selam gönderiyor.

Yaşama sevincinin ve türlü zorluklarına rağmen ışık huzmeleri barındıran yılların anlatıcısı olan, bir kenara atılan, bilinci ve benliği tarafından sürüklenen insana yoğunlaşan Walser, 1905’te İsviçre’den ayrılıp geldiği Berlin’in ışıltılı noktalarını değil, sıradan yerlerini ve insanlarını merak ediyor. Jacob Von Gunten’in başkarakterinin ağzından, gittiği ve ömrü boyunca gideceği yolu aktarıyor yazar: “Sık sık tek başıma sokaklarda dolaşmaya çıkıyorum ve çok vahşi olduğu izlenimi uyandıran bir peri masalının içinde yaşadığımızı düşünüyorum. Nasıl bir itiş kakış, nasıl bir gürültü. Bağırış çağırışlar, sesler, tangırtılar, gümbürtüler. Ve her şey o kadar iç içe geçmiş hâlde ki. İnsanlar, çocuklar, genç kızlar, adamlar ve asil kadınlar arabaların tekerlekleri dibinde yürüyor. (...) Peki, bu kalabalık arasında; bu renkli, bitmek bilmeyen insan seli arasında nedir insan? (...) Herkes zenginlik ve akla hayale sığmayacak lüks ürünler peşinde.

(...) Ve insanlar öyle anlamsız bakıyor ki. Yıkılacakmış izlenimi uyandıran yüksek evler rüyaya dalmış gibi…”

Carl Seelig, bu satırların yazarı ve yirminci yüzyılın başındayken yakın gelecekte insanın yaşayacağı keskin dönüşümün anlatıcısını; “suskun” ve “hassas” Walser’i kapatıldığı hastanede ziyarete gidip onunla 1936’dan 1956’ya dek yürüyüşlere çıkıyor. Bu gezintiler sırasında yaşam, politika ve edebiyat üzerine sohbet ederken temel sorular ikiliyi hep izliyor: “İnsan nedir?” ve “İnsan kimdir?” Bu sorulara aradıkları yanıtlar ise Robert Walser ile Yürüyüşlerimiz başlığıyla bir kitaba dönüşüyor.

‘Bende şöhret bulutu hiç olmadı’

Özgürlüğüne düşkün, kendisini her şeyden önce “yabanı kovalayan bir şair” olarak tanımlayan Walser’le başladığı yürüyüşlerde Seelig, sorular yönelttiği yazardan hayata, şiire, edebiyata ve politikaya dair yanıtlar alıyor. “Toplumu yadsımamak lazım; toplum içinde yaşamak ve onun için ya da ona karşı mücadele etmek lazım” diyen yazar, eserlerini bu bağlamda eleştirip eksik bıraktığı şeyleri sıralıyor.

Emir vermeyi de emir almayı da sevmeyen, edebiyatta şehir ve kırsal arasında bir denge tutturulması gerektiğini “müfrit yargılandığı ve işine güvenilmediği için” akıl hastanesine yatırılmasının beklenen bir son olduğunu düşünen Walser’le karşılaşıyoruz bu yürüyüşler sırasında: “Bende parlak şöhret bulutu hiç olmadı. Edebiyatta ancak onunla bir yerlere varılabilir. Nerede bir kahramanlık veya çilekeşlik halesi ya da benzeri bir şey varsa başarıya giden merdiven oradadır… Ben acımasız görülüyorum yani olduğum gibi. O yüzden kimse beni ciddiye almıyor.”

Seelig, Walser’in “insanı bir bütün olarak gördüğünü, insanın her şeyden önce varlığını değerlendirdiğini” fark ediyor. Aşkı her yeteneğin önüne koyan ve en aşk dolu, en mutlu dönemini Biel’de geçirdiğini söyleyen Walser, 1930’ların sonundaki karanlık Avrupa’yı kapatıldığı hastaneden izlerken umudunu yitirmiyor çünkü diktatörlerin hangi yollarla iktidara geldiğini ve nasıl gideceğini biliyor. Fakat haklı bir isyanı da var: “Şairin, üzerinde üretim yapabileceği tek zemin özgürlük.

Bu koşul karşılanmadığı sürece yazmayı reddediyorum. Bana bir oda, kâğıt ve tüy kalem vermekle olmuyor.”

‘Uyumlu’ hastanın yeniden doğuşu

Walser ve Seelig’in yürüyüşleri sırasında, şairin kendisini ısrarla yanlış anlayanlar arasına aşılması güç duvarlar ördüğünü fark ediyoruz. Kendisine “fazlasıyla keyfi hareket etme izni verildiğini”, toplum yolunda çok az rol üstlendiğini, mayasındaki avaneliğe direnemediğini ve böylece dışlanmaya başladığını söylüyor Walser.

1929’dan beri içeride olan ve Seelig tarafından özel izinlerle dışarı çıkarılan Walser, bu gezintiler sırasında dünyayla yeniden iletişim kuruyor. Zihninin karanlık odalarına kapattığı tarihe, edebiyata, şiire ve sanata ilişkin düşünceler tekrar gün ışığına çıkıyor.

Seelig, uzun yürüyüşler sırasında Walser’in insanın kendisine doğru seyahatine önem verdiğini görüyor. Yazmaya başladığından beri buna vurgu yapan Walser, Seelig’le konuşmalarında da hissettiriyor söz konusu tavrını; geçmişine ve eserler kaleme aldığı dönemine doğru eleştirel bir yolculuğa çıkıyor. Bunu başarmasında, Walser’i yeniden şiir ve metin yazmaya yönlendiren, kendisini kapattığı karanlıktan çıkmaya ikna eden Seelig’in payı büyük.

Kapatıldığı hastanede uyumlu bir “hasta” olarak yaşarken “başkaldırıyı reddederek” kendisine farklı bir dünya kuran Walser için bir alternatif yaratıyor Seelig. Yazar da eserleri dışında fikirlerini sunabileceği bir fırsat yakalıyor böylece. 1956’da kendi başına çıktığı yürüyüş sırasında karların üzerinde son nefesini verene dek bu fırsatı kullanıyor Walser. Seelig de onun (ve daha pek çok kişinin) sesini dünyaya duyuran bir yardımsever olarak anılıyor.