Google Play Store
App Store

İlhan’ı ilk kez bir konkurda yanımıza almamızın gerçek nedeni çantaları taşımamıza yardım etmesiydi. Yakışıklı temiz yüzlü bir genç olduğu için toplantı salonunda yanımızda kalmasında sakınca görmedik. İlhan o zaman daha junior reklam yazarı, stajyerden hallice bir gençti. Konkur yine çok başarılı geçti. Ben, patron, patronun kuzeni ve müşteri grubunun başında olan gizli sevgilisinden olan dört kişilik grubumuz İlhan’ın eklenmesiyle beş kişiye çıkmıştı. Sunumda yük her zamanki gibi benim üzerimdeydi. On gündür ekip arkadaşlarımla gece gündüz çalışarak yaptığımız işleri en çarpıcı biçimde anlatmış ve müşteri adaylarımızın kalbini kazanmıştım.

Ajansa döndüğümüzde patron tüm çalışanları topladı ve artık alıştığım bir konuşma yaptı: Kendisi, kuzeni ve sevgilisinin zerre katkısı olmayan bir başarıyı “ekip çalışması” olarak tanımladı. Kendince dengeleri kollamak, kıskanç kuzeni ve sevgilisinin şerrinden korunmak için söylediği “ekip” gibi muğlak bir ifadenin içindeki bir nesneden ibarettim. Kalkıp “Ama her şey benim yüzümden oldu” diyecek halim yok, sessizce arkada durup finaldeki alkışa eşlik ettim.

Kalabalık dağılınca İlhan yanıma geldi ve “Abi mükemmeldin, sunumu sırtladın, zaten fikirler de senin fikrindi ama başka kimse senin gibi anlatamazdı” dedi. Bugüne kadar kimseden böyle bir söz duymamıştım. Konkurlarda ve sunumlarda ne yaşandığını ajansta kimse bilmez ve herkes onlara beyan edildiği gibi sonucu, sanki dört kişinin ortak başarısı gibi öğrenirdi. İlhan bununla yetinmedi ve yaratıcı gruptakileri toplayıp sunumu, daha doğrusu beni, ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Öyle güzel hikayeleştiriyordu ki, bazı şeylerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını ben bile sorguladım. Anlattıkları olağanüstüydü, gözlerim yaşararak İlhan’a sarıldım ve “ticaretle uğraşıyorum” diyen çok zengin insanların sahte tevazusuyla konuştum: “Biraz abarttın ama sağol. Bu benim değil, hepimizin başarısı”

∗∗∗

İlhan’ı o günden sonra her toplantıya götürdüm. Hiç gocunmadan en ağır sunum çantalarını taşıyor, bir dediğimi iki etmiyor, dönüşte ajanstakilere diğer üç kişinin bir şey yapmadığını ve tüm başarının benim eserim olduğunu, eski destan anlatıcıları gibi anlatıyordu. Ona göre ben sıradan bir reklamcı değil, herkesin kazanan tarafta olmasını sağlayan gizli güç, hakkı yenen bir usta ve düpedüz bir kahramandım. Onu her seferinde susturuyor, gülüyor, abarttığını söylüyor ama içimden ona karşı çok güçlü bir bağlılık ve sevgi duyuyordum. İlhan resmi tarihin dalkavuk tarihçisi değil, gerçekleri söyleyen gözü pek bir yoldaştı. Ben Batman’sem o Robin’di, ben Tarkan’sam o da Kurt’tu.

Bir gün yanıma geldi, elinde büyük bir dosya vardı. Dosyayı inceledim, ajansın tüm müşterileriyle ilgili bir analiz hazırlamıştı. “Abi kusura bakma ama gücünün farkında değilsin” dedi. “Sen jenga’daki o sihirli çubuksun. Sen olmazsan bu ajans çöker. Hâl böyleyken hâlâ benim gibi maaşlı bir eleman olmana tahammül edemiyorum. Bu ajansın ortağı olmalısın. Yalvarırım cesur ol ve hakkını iste.”

İlhan böyle şeyler söyleyince ilk başta temkinli yaklaşır ve olası riskleri düşünürdüm. Maaşım iyiydi ve daha fazlasını istemek beni tekinsiz sulara sürüklerdi. Öte yandan haklıydı da, “Risk almamak en büyük risk” değil miydi? Şimdi olmazsa ne zaman harekete geçecektim? Bir gün benden iyi biri çıkıp gözden düşene kadar bekleyecek miydim? Demir tavında dövülmez miydi?

Talebimi patrona iletince yüzü ekşidi. Normalde beni hemen ortak yapabilirdi ve bunun işine geleceğini o da biliyordu. Ama tüm başarıları sahiplenen çapsız kuzeni ve reklamcılığın r’sinden anlamayan gizli sevgilisine ne diyecekti? Beni oyalamayı seçti.

İlhan bu duruma benden daha öfkeliydi. Geri adım atmamam için bana baskı yapmaya başladı. O bastırdıkça ben de havaya girdim ve garip bir şekilde başarı da kazandım. Birkaç ay içinde ajansın küçük ortağı olmuştum. Ben duruma sevinip rahat bir soluk almışken İlhan hiç rahat değildi. Hissemin çok az olduğunu, haksızlığa uğradığımı düşünüyordu. Bir süre sonra ona hak vermeye başladım ve patronla aramızdaki soğuk savaş tekrar başladı. İlhan sayesinde müttefiklerim çoğalmış ama düşmanlarım da oluşmuştu. Artık enerjimin büyük kısmı bu savaşa gidiyor, müşteri sunumlarını çok da önemsemiyordum. İlhan’ı yaratıcı grubun başına getirdim. O benim yerime her işi yapıyordu. Böyle genç birinin başlarına geçmesini kabul etmeyen ekip arkadaşlarımın bazıları istifa etti ama tıraş olmakla sakal yok olmazdı. Paramız çoktu ve en iyi elemanları rahatça transfer edebilirdik.

İlhan bir gün yine bir dosya ile geldi. Dosyanın içinde Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa portresinin bir print baskısı vardı sadece. “Bu nedir?” dedim. “Da Vinci’nin bu eseri yapıp deposunda sakladığını düşünsene, dünyaya ne büyük haksızlık olurdu.” diyerek başladı. “Sen de Tanrı’nın en güzel eserlerinden birisin. Ve bütün hayatın monogami saplantısıyla geçiriyorsun. Seni benim kadar bile takdir etmeyen bir kadına teslim olmuşsun. Oysa bu dünyada seni görmek, sana dokunmak isteyen binlerce harika kadın var. Serbest bırak, bir depoda gizleme kendini.”

∗∗∗

“İlhan çok oluyorsun” dedim ama kar suyu kulağıma düşmüştü bir kez. Bakış açımı değiştirdiğimde bana hayranlıkla bakan birçok kadını fark ettim. Gizli kaçamaklar, tutkulu geceler derken kendimi mahkeme salonunda bulmam çok sürmedi. İlhan o gün Bollinger, Ruinart’ların art arda patladığı muhteşem bir parti verdi. İstanbul’un en iyi dj’leri hepimizi coştururken ben geceyi kimle geçireceğimi düşünüyordum. İlhan kulağıma yaklaştı ve “Ne göründüğün gibi ol, ne de olduğun gibi görün. Şu orta düzey müdür arabasından kurtulmanın zamanı geldi. Yarın sana yakışacak bir araba alıyoruz”’ dedi.

Yarın değil ama bir ay geçmeden, boşandıktan sonra elimde kalan tek şey olan Göztepe’deki baba evini satıp muhteşem bir otomobilin yarı parasını ödedim ve Levent’te dubleks bir loft kiraladım. Artık bir reklamcı değil, reklamlardaki bir karakter gibiydim. Araba teslim edildiğinde İlhan’la otobana çıktık. Emniyet kemeri taktığımı gördü ve “Abi bırak ya, karı mısın nesin?” dedi. Gülümsedim ve emniyet kemerinden kurtuldum. İlhan sürekli “Bas gaza, bas. Bir daha mı geleceğiz dünyaya?” dedi. Kadran 300’e yaklaşırken kontrolü kaybeder gibi oldum. Kendime geldiğimde tüm airbag’ler açılmıştı. Kafamı cama ve aracın tavanına çarptığımı anladım. İlhan yanımda sessizce duruyordu. Ona bir şey olmamıştı çünkü her nasılsa emniyet kemerini takmıştı. Kapıyı açıp dışarı çıktım ve elimi kafama götürdüm. Kırık kemikler arasından parmaklarım yumuşak bir zemine dokundu. Bu beynim miydi?

Yavaşça yere uzandım ve sırt üstü yattım. İlhan bana doğru yürüdü, fermuarını indirip, kasıklarıma denk getirerek üzerime işemeye başladı. “Neden?” dedim. “Niye yapıyorsun bunu?” Bulutların arasından sıyrılan kara bir güneş gibi, daha önce onda hiç görmediğim bir sırıtmayla bana bakıp devam etti. İçimi derin bir hüzün sardı. “Şimdi herkes altıma işediğimi zannedecek” diye mırıldandım.

Ölmeden önce söylediğim son söz buydu.