Hani o irfan, o tevazu, anlayış, gönül Neşet’in türkülerinde mi kaldı yalnız, bu Kültürsüzlüğün Kışı’na nasıl vardık nasıl vardınız, hep mi erkekti Anadolu?

Yardımcı Ders Kitabı 101: Anadolu’nun göğünden kadının gölgesi eksik olmasın!
Fotoğraf: AA

Anadolu Dersi
DERSİMİZ
Anadolu
KONUMUZ Bi dolu!

Anadolu’yu severim, uyaklıdır. “Anadolu/bi dolu!” dedik daha başlar başlamaz, böyle bi dolu uyak da sökün eder Anadolu deyince. Daha çok diyelim! Anadolu bu toprakların anası, Türkiye’nin de! Önce Anadolu vardı. Hayır, tarihçilik yapacak değilim, fazlasıyla tarihçimiz var, hatta galiba ihtiyaç fazlası olduklarından mı nedir ekranlardan da düşmüyorlar! Tarihçinin fazlası da geçmişe zarar, geleceği yorar! Bak bu uyak da fena olmadı sanki! Anadolu işte, hep yiğit, civanmert, aslan parçası gençler yetiştirecek değil ya, şair de yetiştiriyor, güzeller güzeli, selvi boylu, al yanaklı, akıllı mı akıllı, cesur, herkese dersin alasını verecek genç kızlar da!

Bi dolu şiire de konu olmuş, “Sen ne güzel bulursun/gezsen Anadolu’yu” demiş M. Faruk Gürtunca, şarkı da olmuş. Cemal Süreya ise kibarca sormuş “Tanrım siz şu uzun Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?” O da ne cevap versin bilememiş olmalı! Ahmed Arif de “Anadolu’yum ben tanıyor musun?” diye bi güzel heyheylenmiş!


Türküsü çok, şarkısı neşeli, şiiri içli, fakat kendisi garip sıfatıyla anılan bir yer Anadolu. Oysa ne şah takmış ne sultan, ne padişah tanımış ne hükümran! Diklenmenin de kalesi, otağı, yaylası, ovası, dağı olmuş olmuş olmuş. Gelmiş bugüne!

Derin Anadolu, Anadolu irfanı, Anadolu bilgeliği... Bunlar Bir Zamanlar Anadolu’da yaşanmış, az söylenmiş usul söylenmiş bir söylenmiş ama pir söylenmiş, kıssalar verilmiş hisseler alınmış, inançlar, kültürler bazen yan yana, bazen iç içe yaşamış, gereği yapılmış, kimse kendine benzemeyeni kendine benzetmeye çalışmamış, “Yaradılanı hoş gördük yaradandan ötürü” anlayışını kılavuz edinmiş, şairler, veliler, bilgeler geçmiş, halk Büyük Kaçgun’la yerinden yurdundan edilmiş, savaşı görmüş, barışı bilmiş, böyle yaşayıp gelmiş... Nereye? Bugüne!

Bugüne, yani Dağlarca’nın “Kızılırmak Kıyıları” şiirinde dediği günlere: “Kardaş senin dediklerin yok/halay çekilen toprak bu toprak değil/.../Çamı bitmiş, kavağı azalmış/gamla örtülü bayırlar, çıplak değil/.../Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar;/ ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil” der şair ve ekler “uyandırmazsan/uyanacak değil”.

Anadolu sözün gelişi değil, yurt, başka yurtlara komşu, dirlik düzenlik, sonsuzluk, ufuk, uygarlık, Türkiye demek, onun metaforu, imgesi, zenginliği, çağrışımı. Hem ev hem bahçe olan. Hem yer hem gök olan. Hem derviş hem direniş olan. Hem bilge hem çocuk. Hem meraklı hem münzevi. Hem yaslı hem şen. Hemhal olan. Dolan. Doğuya, Ortadoğu’ya, Mezopotamya’ya, Kafkaslara, Balkanlara nehirler gibi koşan, kuşlar gibi bakan, atlar gibi havalanan ve dahi...Endülüs’ü Andaluzia telaffuzuyla hatırlatan, Karadeniz’e ağıt yakan, Akdeniz’le yatışan, Ege’yle coşan. Efkârla anımsanan. Unutulmayan...

“O Anadolu’ya ne oldu şimdi?” desem, “Bir şey olduğu yok yerinde duruyor” diyen çok çıkar biliyorum. “Anadolu’yu karıştırma” diyen de çıkar. “Her şey kış uykusunda mı?” diye sorsam kızan da çok olur. Hani o irfan, o tevazu, anlayış, gönül Neşet’in türkülerinde mi kaldı yalnız, bu Kültürsüzlüğün Kışı’na nasıl vardık nasıl vardınız, hep mi erkekti Anadolu, üzerinde kadın gölgesi yok muydu evin de erkeğin de göğün de suyun da toprağın da, o aşk türkülerini yakarken, Karacoğlan Efendimizin demeleriyle, “bir güzelin aşığıyken”, “salına salına gelen dilber”leri yere göğe saza söze sığdıramazken, bu günah, bu ayıp, bu haram demelere, bu karanlığa nasıl vardınız da, genç kızlar, kadınlar katledilirken ağzınızı bıçak açmıyor ya da ağır bıyıklarınızın gölgesi öleni bir kez daha eziyor? “Vardır onun da bir suçu, kim bilir ne yaptı ki başına iş getirdi” deyip bir de siz öldürüyorsunuz! Hepiniz Anadolu kaplanı kesilip Anadolu irfanını unuttunuz belli ki!

Anadolu, yani ana dolu! Kadının yerinin erkekten önce geldiği yer. Eğer bir ülkede, toplumda kadın, erkekten önce gelmiyorsa orada ne sevgiden söz edilebilir ne hoşgörüden, ne hikmetten ne hürmetten, kusura bakmayın ama ne de Anadolu irfanından!

ANA DÜŞÜNCE Kadının gölgesinin düşmediği yer ya zifiri karanlıktır ya mezar!
YARDIMCI KİTAP Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, Burhan Oğuz

Gönül Dersi
DERSİMİZ
Gönül
KONUMUZ Neşet Ertaş

Bozkırın Tezenesi deyip bir de “Gönül Dağı”ndan iki dize parlatınca...ne oluyor derseniz, hepimiz hayatın sırrına ermiş, yitirdiğimiz anlamını bulmuş gibi oluyoruz. Daha olacağımız da cabası! Bizi bu sırra erdiren de geç bulduğumuz, ama milletçe keşfettiğimiz Neşet Ertaş!

“Daha önceleri neredeydiniz?” şarkısı bazı durumlarda belki söylenecek tek şeydir, öyledir de, geç de olsa iyi bir şey olmuş, memleketin has insanlarından birine ölümünden sonra değil yaşarken kıymet verilmiş, kadri bilinmiş. O da bundan hoşnut biçimde ayrılmış dünyadan. Devridaim olsun. Hakkında çıkan kitaplara, belgesellere, yapılan anmalara, etkinliklere, düzenlenen yarışmalara bakılınca, zor geçen yaşamının sonuna doğru ona gösterilen ilgi belli ki bundan sonra da artarak sürecek, Neşet Ertaş kültür hazinelerimiz arasında daha yüzlerce yıl yer alacaktır. Adeta günümüzün Yunus’u gibi.

Nerdeyse ulusal birliğin simgesi haline gelmiş bir büyük ve büyüleyici müzisyenden söz ediyoruz. Anadolu’nun kadim kültürlerinden Abdallardan gelmiş, yine Anadolu’nun kadim seslerinden biri olmuş bir halk ozanından. “Ayağınızın turabı, gonüllerinizin hızmatçısıyım” diyen bir insanoğlundan. “Ayağınızın tozuyum” diyor yani, “Kadınlar insan, biz insanoğluyuz!” diyen o güzel adam.

O güzel insanı, Neşet Ertaş’ı, Âşık Veysel’in “Dünyaya bıraktın ölmez bir eser” dediği türküleriyle yaşatacağız artık...diyecektim ki tam vazgeçtim, o zaten öyle de asıl o bizi türküleriyle, deyişleriyle yaşatacak, bizden sonra da kim bilir kaç yüzyıl kaç kuşak bir zamanlar gönül diye bir şey varmış sevincini duyacak onu dinledikçe!

O “Gönül Dağı” dedikçe bundan “yüce dağbaşı”nı anlayanlar çok oldu, oysa Neşet tam da dağlanan bir şey olarak gönülden söz ediyordu. Eskidikçe, yaralandıkça, kırıldıkça, yoruldukça geri çekilen, kapısını kapatan, susan, küsen bir şeyden değil! O kolaydır! Küsmek kadar kolay ne vardır? Gerçi en zoru dosta, gönle, gönül dostuna küsmektir, kimse yaşamasın bunu!

Gustave Flaubert’in çok sevdiğim, sıkça andığım kitabı Türkçede iki farklı adla yayımlandı, ikisini de okudum, ikincisi Cemal Süreya çevirisiydi, okumamak olur muydu? İlki Gönül Eğitimi-Bir Delikanlının Romanı, delikanlıydım okuduğumda, demek ki nerdeyse 50 yıl, çevirmeni anımsayamadım, ama Gönül ki Yetişmekte’yi iyi biliyorum, çünkü şair çevirmişti! Üstelik nur cemalini görmekten mutlu olduğumuz bir şair!

Gönül nedir, nasıl ve nerede yetişir, eğitimini kim verir...Bunlar dost bağında sorulup, yanıtı da gönül bağından alınacak sorulardır, daha doğrusu yakınlıklar, hevesler, arzulardır.

Gönül gökkuşağıdır, yağmur daha tazeyken onun arkadaşı, yoldaşı olarak çıkıverir, insanın ufkunu, yani gözerimini büyütür, genişletir, yükseltir. Onunla birlikte biz de kendimizi havalanmış hissederiz, ayaklarımız yerden kesilir, nefesimiz de hem kesilir hem yenilenir hem de başımız döner!
Gönül böyle bir açıklıktır işte. Tüm duyuların birleşip yedinci duyu olarak yarattığı, aklın, kalbin, ruhun, vicdanın buluşup kendilerini sıcacık bir armağan halinde sunduğu ve bundan “gönülden gönüle giden yol”un da güneşli günler görüp mutlu olduğu sonsuzluk alanı ya da göğünyüzü, gönülgözü, gönülyüzü.

Gönül, rızadır. Rıza vermek, rıza almaktır, razılıktır. Gönül Adamı kılığı...dedim bile, kılıktır. Gerek yoktur. Gönül kapalı değildir zaten, açıktır. Gönlü olanın, gönül verenin, gönül bilenin açıklığını her göz görür, her kalp duyar. O yüzden “Bir kez gönül yıktın ise/bu kıldığın namaz değil” diyen Türkçenin en büyük dedesi Yunus Emre’ye kulak vermek gerekir.

Neşet zaten can kulağıyla dinlenir!

ANA DÜŞÜNCE Kalpler bir, gönüller bin olsun ki hayat bayram olsun!
YARDIMCI KİTAP Gönül ki Yetişmekte, Gustave Flaubert, çeviren: Cemal Süreya, Duygusal Eğitim adıyla, İletişim Y.